1920 yılının son gecesini Sultan Mahmut Türbesi'nin yanındaki Mahmudiye Oteli'nde geçiren iki genç adam, 1921'in ilk günü Sirkeci Rıhtımından kalkan küçük, köhne bir vapura biner.
Genç adamlardan babayiğit olanı: "Kara kuru, yamyassı bir vapur, hani şu kolacıların ütüleri vardır ya, onlara benziyor" diye tarif eder bindikleri nesneyi.
"Yeni Dünya" adındaki vapurun yolcularının mürur belgelerinde "yumurta ve yapağı tüccarı" oldukları yazılıdır.
Oysa ne yumurta ne de yapağı ticaretiyle alakaları yoktur. Hepsi kimliklerini gizlemiş edebiyat adamlarıdır. O zaman 39 yaşındaki Yusuf Ziya ile 33 yaşındaki Faruk Nafiz'in yanındaki iki genç adamdan sıska olan Vala Nureddin yirmi, babayiğit Nazım Hikmet ise on dokuzuna basmak için gün saymaktadır.
Dördünün de menzilinde aynı şehir vardır: Ankara.
İnebolu üzerinden Ankara'ya gidecekler, orada Millî Mücadele'ye katılacaklardır.
İstanbul, 16 Mart 1920'den beri işgal altındadır. (Aslında ilk işgal 1918 Kasım'ındadır ama o zaman yönetime el konmamıştır.) Nazım ve Vala (kısalttığı adıyla Va-Nu) gururlarına yediremedikleri bu duruma karşı bir şey yapmak sevdasına tutulmuştur.
Zonguldak’ta ikbal
Va-Nu gidişi ailesine haber verdiği için tedariklidir. Ama Nazım için aynı şey geçerli değildir. Gidişinden ailesinin haberi olmadığı gibi parası da yoktur. Bütün varlığı eniştesinin hediye ettiği dürbünü satarak elde ettiği üç beş kuruştur.
Kız Kulesi açıklarında işgal gemilerinin vapuru kontrol edecekleri uyarısı yapıldığı için, kendilerini pamuk balyalarının arasında gizler, ardından hüzünle şehri seyrederek Boğaziçi'nden çıkarlar.
Ertesi gün kazasız belasız Zonguldak rıhtımına yaklaşan vapur, bayraklarla donanmış küçük kayıklar tarafından karşılanır. Şehrin gençleri heyecanla vapura çıkıp, gelecekleri haberini aldıkları hececi dört şairi sorarlar.
Hececi dört şair, ayak bastıkları karada büyük izzet ikramla ağırlanır.
İlk durak yüksek bir moral aşılamıştır.
İnebolu’da idbar
Ertesi gün İnebolu'ya doğru yola çıkan vapur, her iki anlamda da bozulan bir hava ile karşılaşır. Yetmiş saat sonra dev dalgaların arasında mavnalara alınarak güçlükle karaya çıkartılırlar. İnebolu'nun hem fiziki hem de beşerî havası Zonguldak'ta yoktur.
1965'te kaleme aldığı "Bu Dünya'dan Nazım Geçti" kitabında Va-Nu yaşadıkları durumu "Zonguldak'ta İkbal, İnebolu'da İdbar" olarak adlandırır.
Bırakın teveccühü, karakolda bile kaba bir muameleye tabii kalırlar. Çoraplarına kadar aranırlar ve birkaç saat alıkonurlar.
"Kurtuluş Savaşı Anadolu'sunun süzgeçli kapısı" İnebolu'da on beş sıkıntılı gün geçiren kahramanlarımız, sonunda şaşırtıcı bir haber alırlar. Yusuf Ziya ve Faruk Nafiz için Ankara'ya gitme izni çıkmamıştır.
Şöhretli iki edip, sicilleri uygun bulunmadığından, daha açık ifadeyle "seciyesiz" bulunduklarından İstanbul'a geri gönderilirler.
Nazım ile Va-Nu'ya hem Ankara'ya geçiş izni çıkmış hem de herkese on lira harcırah çıkarken onlara yüz lira çıkmıştır.
"...Ama bu yüz liranın nereden geldiğini ancak Ankara'ya geldikten sonra öğrenebildiler. O arada Mustafa Kemal Hükümeti'nin İçişleri Bakanı Adnan (Adıvar) Bey idi. O ve karısı Halide Edip (birkaç ay evvel Sultanahmet Meydanı'nda nutkunu dinledikleri hanım) genç şairleri yazılarından tanıyorlardı. Onlar araya girerek Ankara Basın Müdürlüğü'nden bu yüz lira yol parasının havalesini uydurmuşlar, bir de kefil olmuşlar ..." (Radi Fiş Nazım'ın Çilesi sf. 206)
Spartakist Ağabeyler
Dostlarının maruz kaldığı muameleden kedere kapılan iki arkadaş, iskelenin yakınındaki kahveye giderler. Orada kasabaya ilk geldiklerinde gördükleri ama muhabbetleri olmayan bir ekiple tekrar karşılaşırlar. Bunlar Va-Nu'nun deyimiyle "Spartakist ağabeyler"dir.
Almanya'da, Rosa Luxemburg ve Karl Liebknecht'in kurduğu Spartakist harekete bizzat katılmış ağabeylerden ilk defa Marx'ın, Engels'in, Kautsky'nin adını duyarlar. Özellikle Nazım, grubun lideri Sadık Ahi'den çok etkilenir.
(İnebolu'da geçirdiği o günler, Nazım'ın hayatının rotasını belirleyecektir. "Kırmızı kaşkollu" Sadık Ahi ise sonraki yıllarda Sadık Eti adıyla CHP'den milletvekili olacaktır.)
(Biraz konu dışı olacak ama yazmadan duramayacağım. Nazım ile Vala'nın 1921'de geçtiği İnebolu'da 13 yıl sonra edebiyatımızın bir başka "oyun bozanı" Oğuz Atay dünyaya gelecektir. AÇ.)
Yürüyerek 3 günde Kastamonu
Ocak'ın yirminci günü yola çıkan ekip, yürüyerek 3 günde Kastamonu'ya varır. (Strava adındaki uygulama bu yolun uzunluğunu yaklaşık 90 kilometre gösteriyor. Toplam irtifa ise 2100 metre civarında. AÇ)
Yürürken de Yol Türküsü adını verdikleri şiiri yazarlar:
"Alnımızda yanar gençliğin tacı Yorgunluğun anasını satarız Elimizde neşemizin kırbacı Ufukları önümüze katarız..."
Genç Nazım ve Va-Nu Kastamonu'da tanık oldukları bir olaydan çok sarsılırlar. Asker kaçağı olduğu için yakalanan genç bir adam suçunu itiraf eder. İstiklal Mahkemesi tarafından idama mahkûm edilir ve oracıkta asılır. (Nazım Hikmet, 1962'de yazdığı Yaşamak Güzel Şey be Kardeşim (Romantika) romanında bu olayı 15 yıl hapis olarak hatırlıyor. AÇ)
Çankırı
İnebolu'dan otomobille çıkan Spartakist ağabeylerle Çankırı'da yeniden karşılaşırlar. Ilgaz dağlarında handa kalırlar.
"Ilgaz dağlarında, koca koca meşelerin, gürgenlerin arasındaki Ecevit'in Hanı'na akşam kararırken vardık. İnebolu'da söylemişlerdi, hancının tereyağıyla balı pek ünlüymüş."
(Nazım yukarıda adı geçen otobiyografik romanında nedense Vala Nureddin'i yok sayıyor. Yeni Dünya vapuruna üç kişi olarak biniliyor, Kahramanımız Ahmet (yani Nazım) İnebolu'dan sonra yoluna yalnız devam ediyor. Aziz Nesin "Türkiye Şarkısı Nazım" kitabında bu konuya değiniyor. Ölüm döşeğindeki Vala'nın bu olaya çok üzüldüğünü ama ses çıkarmadığını yazıyor. AÇ.)
Nuh’un Gemisi: Ankara.
Kahramanlarımız şubat başında Çankırı Kapısı'ndan Ankara'ya girerler. (Strava, Kastamonu-Ankara rotasını 250 kilometre civarında gösterirken, toplam irtifayı 4 bin metre civarında hesaplıyor.)
Kısa süre önce korkunç bir yangın geçirmiş olan şehir gözlerine çok perişan görünür.
"...Ankara şehri bozkırda. Bozkırda durup dururken ve sebepsiz, mantıksız fışkırıvermiş bir tepenin eteğinde. Tepenin doruğunda bir de kale var. Geceleri bu kaleye baktığım zaman bana öyle geliyor ki, uzak denizlerde kopan bir fırtına, bir tayfun, kocaman bir kalyonu havalandırıp kondurmuş bu iç topraklardaki kayaların üstüne..." (YGŞK Sf.55)
Nazım'ın Çilesi'ni kaleme alan Radi Fiş ise şöyle aktarıyor manzarayı: "... Nuh'un gemisine benziyordu Ankara. Tufandan, yani işgal ordularından kurtulmaya çalışan, normal olarak hiçbir surette bir araya gelmeyecek, görüşleri, istikametleri apayrı bir sürü insan bu ufak Anadolu şehrinde toplanmıştı..."
Nazım ise kendi kitabında şöyle tarif ediyor: "... Ankara Nuhun gemisi, dedi Erzurumlu şair, yıkılan Osmanlı İmparatorluğu'nun tufanında yüzen Nuhun gemisi. Sahil-i selamete ulaşacak elbette, içinde yan yana yaşayan güvercinleri, yılanları, aslanları, kaplanları, kurtları, kuzularıyla sahil-i selamete ulaşacak ve orada yılanlar güvercinleri yiyecek, kurtları kuzuları. Aslanlarla kaplanlar boğuşacak birbiriyle." (YGŞK 58)
Akraba paşalarla dolu bir şehir
İki genç adam, meşhur Taşhan'a yerleşirler ve bir anda şehrin hareketli ortamına dahil olurlar. Zaten şehir "Paşa Dayı" Ali Fuat (Cebesoy)'dan, kuzeni Mehmet Ali Aybar'ın dedesi Hüseyin Hüsnü Paşa'ya kadar Nazım'ın Paşa akrabalarıyla doludur. Bir ara Mustafa Kemal Paşa'ya da takdim edilirler. Paşa onlara "gayeli şiirler" yazmalarını salık verir.
Matbuat Müdürlüğü'ndeki tanıdıkları Taninci Muhittin (Birgen) onlara gençleri milli mücadeleye çağıracak bir şiir yazmalarını ister. Yazarlar da. Şiir yaklaşık on bin kopya ile çoğaltılır. Ama Büyük Millet Meclisi'nde büyük tepki toplar. " Şehir zaten dolmuş taşmıştır. Bir de işe güce yaramaz bir sürü insan akın ederse bunlarla nasıl başa çıkılacaktır? Üstelik büyük bir para sıkıntısı varken hangi akla hizmet bu kadar israfa girilmiştir?" gibi cümleler havada uçuşmaktadır. Neyse ki olay çok büyümeden kapanır da iki genç adam rahatlar.
Bir süre sonra paraları azalan iki arkadaş Taşhan'dan ayrılır, komün halinde yaşayan Spartakist Ağabeylere katılır.
1920’lerin Ankara’sı ile “Elizabet Devri’nin Londra”sı
Ekip, Ankara'nın sanat hayatına da karışır:
"... Bir gece Erzurumlu şairle (Otello) Kamil'in Tiyatrosu'na gittik. Ahırdan, ambardan çevirme bir yer. Kapısının önünde, kederli, mavimtırak ışığıyla bir lüks lambası yanıyor, bir tek lüks lambası. İçeri girdik. Seyirciler, tahta sıralarda, elleri dizlerinin üstünde sessiz sedasız oturuyorlar (...) İstanbul'da tuluat tiyatroları/bayram yeridir. Ankara'daki, ölü evi gibiydi. Seyirciler gözlerini perdeye dikmişler, arda, yırtık bulutlara doğru boru çalarak/uçan uzun entarili meleğe, kimisi dalgın dalgın, kimisi somurtkan, kimisi şaşkın bakıyor. İstanbulluları Ankara yerlilerinden/mebusları memurlarından ayırdetmek mümkün oluyor, ama hepsinde ortak bir şey var..." (YGŞK Sf 56.)
Onların Nuhun gemisine benzettikleri Ankara'yı Otello Kamil'in tiyatrosunda oynayan Raşit bambaşka bir şeye benzetir. Yaşamak Güzel şey be Kardeşim'den alıntılayalım: "Yago'yu oynayan Raşit'le oyundan sonra tanıştık. Makyajını silmişti. İnsanı şaşırtacak kadar çilli ve kırmızı saçlıydı. Ufacık, gençten bir adam. Yuvarlak, ela gözleri telaş içinde. Sesi yapış yapış tatlı. Sahnenin dışında da Yago'nun sesiyle konuşuyor. Robert Kolej'i bitirmiş İstanbul'da. Fransızcası da İngilizcesi kadar kuvvetliymiş.
- Şekspir'i baştan aşağı ezbere bilirim, dedi. Sonelerini de.
Emekli bir elçinin oğluymuş.
- Şekspir'in tiyatrosu, dedi, bizimkinden büyüktü, ama bizimkine benzeyen bir yeri vardı. Kendimi burda, Ankara'da, Elizabet Devri'nin Londra'sında sanıyorum bu salaşın sahnesine çıkınca..." (YŞGK Sf. 58)
Bolu yolları
Vala ve Nazım cepheye gönderilmelerini beklerken Maarif onlar öğretmenlik teklif eder. Seçenek olarak da önlerine Elaziz (Elazığ) ve Bolu'yu koyar. Nazım'ın teyzesinin kocası (ve Oktay Rıfat'ın babası) Samih Rıfat, buluştukları Kuyulu Kahve'de Bolu'ya gitmelerini salık verir.
Kemal Sülker'in anlatımıyla "1921 Mart'ının ayazında" Bolu'ya doğru yola çıkarlar. Kızılcahamam, Gerede üzerinden 200 kilometre yol yürüyerek ulaştıkları belde de bambaşka bir hayata yelken açacaklardır.
Yedi sene sonra yine Ankara
Nazım'ın yolu 1928 sonlarında yine Ankara'ya düşer, daha doğru deyimle düşürülür. Arada geçen yedi yılda köprülerin altından çok sular akmış, çok hadiseler yaşanmıştır. Kısacık özetleyelim.
Bolu'da öğretmenlik yapan iki arkadaş (ve Bolu'da tanıştıkları Ağır Ceza Reisi Ziya Hilmi Bey) Rusya'ya gitmeye karar verirler. Dördüncü yılına basan Sovyet Devrimi'nin yaşandığı ülkeyi görmek isterler. 1921 Ağustos'unda Düzce üstünden Akçakoca kıyısına inerler. Oradan küçük bir vapurla Zonguldak'a oradan başka bir vapurla Trabzon'a giderler. Ve sonunda Batum limanına varırlar. (Ziya Hilmi Trabzon'da kalır.)
Çok hareketli bir üç yıl geçirirler. Batum, Tiflis, Bakü, Moskova, ilk evlilik, üniversite filan derken, 1924 sonunda Nazım İstanbul'a dönmeye karar verir.
Döner de...
Ama Şeyh Sait isyanı vesilesiyle 1925 Mart'ında çıkartılan Takrir-i Sükun Kanunu ile yaygın bir tutuklama kampanyası başlar. Önce İzmir'de saklanan Nazım, çareyi aynı yılın Haziran'ında tekrar Rusya'ya kaçmakta bulur. Gıyabında 15 yıla mahkûm edilmiştir.
Üç sene sonra, Cumhuriyet'in beşinci yılı vesilesiyle çıkartılan aftan yararlanmak için tekrar dönmek ister. Ama yasal pasaport edinemediği için sahte pasaportlarla Hopa'ya gelir. İhbar üstüne yanındaki Laz İsmail (Bilen) ile birlikte tutuklanır. Uzun yıllar sürecek hapis deneyiminin ilk ve kısa versiyonunu Hopa'da yaşar. Ardından Rize ve İstanbul üzerinden Ankara gönderilir. 1928'in son günlerinde özgürlüğüne kavuşur.
On sene sonra yine Ankara
1929'dan başlayarak Nazım'ın yıldızı yeniden parlamaya başlar. Resimli Ay'da yaptığı büyük gürültü koparan Putları Yıkıyoruz gibi kampanyaların yanı sıra yeni kitaplar, oyunlar, senaryolar yazar, film yönetir, plak doldurur, dublaj yapar. Bunlar olurken arada bir tutuklanır. İdamı bile istenir.
Fakat asıl büyük darbe 1938'de gelir. Harp Okulu öğrencilerini isyana teşvik ettiği iddiasıyla tutuklanır ve on yıl sonra yine Ankara'ya götürülür.
Duruşmanın yapılacağı güne kadar yaklaşık iki ay kadar hücrede kalır. Hücreden çıkartıldığı ilk gün çoğumuzun artık ezbere bildiği :
"Bugün pazar.
Bugün beni ilk defa güneşe çıkardılar"
şiirini yazar.
15+20= 35 eder, ama dur sana indirim yapalım.
Nazım, daha önce içlerinden sadece birini gördüğü, ama diğerlerini hiç tanımadığı Harp Okulu öğrencileriyle birlikte yargılanır. Ortada kanıt filan yoktur. 28 Mart 1938'de annesine yazdığı mektupta "Dreyfus"vari bir hükümle 15 yıl ceza aldığını söyler. Öğrenciler de farklı farklı cezalara çarptırılır. Askeri öğrencilerle bir süre aynı cezaevinde yatar. Onlara bir tür hocalık yapar. Fransızca öğretir, resim öğretir, ekonomi politik öğretir. Yıllar sonra çeviri ve şiirleriyle A. Kadir olarak tanıdığımız Abdülkadir Meriçboyu, o günleri 1938 Harp Okulu Olayı ve Nazım Hikmet kitabında detaylarıyla anlatır.
Temyiz başvurusu reddedilen Nazım, bu kez de İstanbul'da başlatılan Donanma Davası'na dahil edilir. "Doktor" Hikmet Kıvılcımlı ve Kemal Tahir'le birlikte yargılandığı bu mesnetsiz davadan da 20 yıl ceza alır. İki mahkûmiyet toplanır ve 35 yıl, 28 yıl 4 aya indirilir.
Son defa Boğaziçi
14 Temmuz 1950'de çıkartılan genel af yasasıyla, yaklaşık 13 sene sonra serbest kalır. Ama özgürlüğün tadını çıkaramadan askere çağrılır. 49 yaşında ve hastadır. Üstelik Bahriye Mektebi'nde okumuş, ciğerlerindeki rahatsızlık yüzünden, askerlik mesleğine uygun olmadığı gerekçesiyle "çürüğe" çıkartılmıştır. Buna rağmen karakola çağrılır, Zara'da yapacağı askerlik için hazırlık yapması söylenir.
Askerlik bahanedir, niyet bellidir.
Yurt dışına çıkmaktan başka bir seçeneği kalmamıştır.
70 yıl evvel, 17 Haziran 1951'de sevgili memleketinden ayrılır.
Refik Erduran'la Tarabya'dan gizlice bindiği motordan Boğaziçi'ne son kez bakar. Hasret içinde 12 yıl daha yaşar.
"Manda gönünden çarık, teptiği yollara rağmen paralanmayan" yüreği 3 Haziran 1963'te durur. İçimiz burkulur.
Yorumlar (0)