Gezi’nin dumanları daha tüterken, hangi politik akıl bu kez illa da ODTÜ’den geçecek bu yol projesini dayatır? Basiretsizlik mi, akıl tutulması mı? Ama ortada bir kör inat, kronik sevgisizlik, halkıyla kavgaya tutuşma ve iktidar sarhoşluğu olduğu muhakkak. Gerçi şehrimizin başkanının yönetme biçimi, iktidarı kullanma tarzı ve yönettiği şehrin insanlarına karşı tarihte örneği az bulunur tutumu baştan beri biliniyor. 6 Eylül 2013. Elbirliğiyle bir süredir hazırlanılmakta olan o berbat temsilin açılışı o gün yapıldı. Yine gaz bombaları, yine polisler, yine tomalar. Ve onların koruması altında bütün gün ve gece boyunca onlarca, yüzlerce iş makinası ile ODTÜ’nün içinden geçecek bu otoyol benzerinin önündeki engellerden ilkini yerle bir ettiler. Sabaha yıktıklarından hiçbir iz kalmamacasına düzlemeye çalıştılar olay mahallini. Bense bu yazının başına biber gazı dumanı etkisi altındaki evimde, ve o gece dışarıda yediğim şiddetli gazın yol açtığı yanma eşliğinde oturdum. Büyük bir basiretsizlikle o yol inadını “usta”lık dönemlerinin sonlarına bir zafer tacı gibi kondurmak istedikleri anlaşılan bu tehlikeli ikili önümüzdeki günlerde, aylarda yaşanacakların sorumluluğunu düşünmeye başlamalılar şimdiden. Yeni bir siyaset yılına içeride ve dışarıda bütün cephelerde bir “savaş hali” yaratarak girme ustalığını, maharetini göstermiş oldular bu haşin başlangıçla.
Yıkım, temizlik ve Kani Bey
O sabah evimden bir grup Amerikalı öğrenciye Türkiye üzerine bir sunuş yapmak için çıkmıştım. İnşa halindeki menfur yolun tam da mahallemizi, 100. Yıl’ı, Çiğdem mahallesinden ayıran iki orta ayağının yanından dönüp, arka sokaklardan yoluma devam ederken karşımdan tanıdık bir yüz geçmişti. ODTÜ girişindeki küçük cennet bahçesi kebapçımızın emektar baş garsonu... Her zamanki gibi sakince ama biraz düşünceli, dükkanına yürüyordu. Sunuşumun ardından Bilkent’e yönelip ODTÜ arka kapısına yaklaştığımda görmüştüm olağandışı hareketliliği o dükkanın önünde. Girişte polisler, öğrenciler, hocalar; ve kebapçımızın hemen yanındaki arsada hummalı bir “temizlik” faaliyeti. Demek ki sonunda geldiler ve yıkıyorlar diye düşünmüştüm. Gözlerim Kani Bey’i aramıştı kalabalıkta.
Meğer her an beklediğimiz ve içimizden olmaması için dua ettiğimiz olay o gün öğleden sonra gerçekleşmiş. Üniversiteli ve bir kısım mahallelimizin direnişi eşliğinde birkaç saat içinde planlanan yol güzergahı üzerinde yıkılması çoktandır kararlaştırılmış olan kebapçımızla, yanıbaşındaki cafe-bar olaylı bir şekilde yıktırılmıştı. Kani Bey’in yıllardır kendi elleriyle dikip, evlatları gibi her gün sevgiyle beslediği onlarca kiraz, erik, kayısı, şeftali ağacı ve o güzelim gül bahçesi yerle bir edilmiş. Başbakanımızın hemşehrisi, her gün üç vakit namazını dükkanının arkasında yarattığı o cennet bahçesinde ağaçların gölgesinde, özenle suladığı ve biçtiği çimlerinin üzerinde kılan sevgili dostumu, Kebap 2000’in her şeyi yetmişlik Kani Bey’i düşünmüştüm elimde olmadan. İçim yanmıştı derinden. Ve daha da yanıyor şimdi uzaktan eli silahlı polislerin kolladığı, çevrildiği tellerin üzerinde kurukafalı “Ölüm Tehlikesi!” tabelası asılı kocaman boşluğu gördükçe o bahçenin yerinde...
Şehrimizin başkanının iş makinaları o akşam ve bütün gece mahallemizin, ODTÜ’lülerin kendilerini evde hissettikleri o sembol mekandan geriye kalan enkazın son parçacıklarını temizlediler durmadan dinlenmeden. Yanlarında kendilerini koruyan tomalı, gazlı polis kordonu altında. Kani Bey neredeydi, ne yapıyordu, ne hissediyordu acaba o akşam? Yatsı namazını kılabildiyse eğer bir yerlerde, kendi elleriyle sevgiyle büyüttüğü evladını kaybetmiş bir babanın acısıyla kimbilir nasıl dua etmiş, hangi duygular içinde Allah’a sığınmıştı çaresizce. Büyüklerimiz bir kez daha bizim adımıza en doğrusuna karar vermişlerdi. Topluca yaşadığımız yere yabancılaşıyorduk. Ya da yaşadığımız yerler bizlerden uzaklaşıyordu... Madem bu noktaya geleceklerdi bu muktedirlerimiz, o kadar suçladıkları Cumhuriyet’in o kurucu kuşağının günahı neydi ki? Onlar da bizler için en doğru olduğuna inandıklarını politika olarak dayatmamışlar mıydı bir yandan da kendilerince şekil vermeye çalıştıkları milletlerine?
İktidarın dili ve YÖK
Yine aynı gece gazete haberlerine bakarken gördüm başbakanımızın yurtdışından verdiği beyanatı. Konu, bir önceki gün ODTÜ’de Cemaat yurtlarına öğrenci çekmeye çalışan ve öğrenci olup olmadığı, üniversite yönetiminden izin alıp almadıkları anlaşılamayan bir grubun birkaç öğrenci tarafından kampüsü terketmeye zorlanmış olmasıydı. Başbakanımız da kızmıştı elbette: “YÖK de biz de gereğini yaparız!” Oysa yıllardır satırlı, reisli vukuatlara, oruç baskısına bütün gözler kör kulaklar sağır kalmamış mıydı üniversitelerde? Neydi bu abartılı hassasiyet şimdi? Konunun eğitim hürriyetiyle ne gibi bir ilgisi vardı? Başörtüsü tek başına her şeyi meşrulaştırabilir miydi? YÖK’ün bu konularda üniversite yönetimlerine bir tamimi vardı da o mu ihlal edilmişti? Yoksa, her zaman olduğu gibi çoğu konunun belirsizliğe bırakıldığı, üniversite yönetimlerinin inisiyatifine terkedildiği yerde, bazı öğrenciler çeşitli gerekçelerle kendilerine göre tepki gösteriyorlar, eylemde mi bulunuyorlardı? YÖK başkanı ne yapsındı bu durumda? Siyasetin her heyheylendiği noktada YÖK başkanı da olur olmaz göreve mi çağrılmalıydı?
Talihsiz Gökhan! Benim sevgili kardeşim. Sen de çok daha iyisini hak etmemiş miydin? Bu iki muktedirimizle birlikte böyle bir ortamda aynı karede tarihe geçmek ihtimali nasıl bir kaderdir? Zembereğinden boşalmış bir siyaset yapma tarzının bürokratı olmak eminim zordur, yıpratıcıdır. Bütün sağduyu, basiret ve vicdan ayarları bozulmuş siyasetçilerimizden gelecek böyle talimatlarla mı yönetilecek çoktandır kendi meşruiyeti sorgulanır hale gelmiş üniversite kurumumuz? Buna şaşmamalıyız belki, YÖK zaten bu demekti. Milliyetçilik adına, Atatürkçülük adına kullanılırken de buydu? Ama beklentimiz bunların değişmesi değil miydi? Öyleyken, şimdi sıra aynı geleneğe İslam, dindarlık ve başörtüsü adına sahip çıkmaya mı gelmişti? Oysa 21. yüzyılın başlarında daha iyisini hakediyor olmalıydık. Tam da o büyüklerimizin, ya da akranlarımın çocukları değil miydi bu ikilinin temsil ettiği o arkaik, otoriter “modernizm”e isyan eden birkaç ay önce. Nasıl bir demokrasi, özgürlük rejimi çıkar ki buradan? O dindar çocuklar bile nefessiz kalmaz mı böyle bir ülkede?
Muhtemelen hiç önemi yok söylediklerimin
Lakin toplumsal alanın fazla mühendisliğe de fazla sıkboğaz etmeye de gelmediğini yakın tarihimiz açıkça göstermiyor mu? 6 Eylül 2013 tarihinde bana ve bizlere bir kez daha gaz yutturan ODTÜ yol projesini Gezi vakasına rağmen, belki ona inat, yeni siyaset sezonunun ve akademik yılın başında taze bir kriz menüsü olarak önümüze sürme basiretsizliğiyle, yorulmak bilmez baş(ba) kanlarımız şimdi o gençleri, bizleri bir kez daha bizzat kendileri tahrik etmiş olmadılar mı? Gezi Parkı’nda yaşanan o sürpriz kalkışma ancak belden aşağı bir vuruşla bitirilebilmişti, bitirildiği zannedilmişti belli ki. İktidara o “son gün zaferi” yetmemiş olacak ki bu ölümcül oyuna kaldıkları yerden devam etmek istiyorlar diye mi anlamalıyız bütün bunları? ODTÜ yol projesi üzerinden yaşanacağı anlaşılan ikinci raundda belli ki göstere göstere altın vuruş peşinde hükümetimiz. Ve tabii ki önceki hengamede potansiyelini yeterince gösteremediğini düşünen şehrimizin bıçkın delikanlısı... Bu kez başrolü kaptırmaya hiç niyeti yok gibi. Kendisini daha çok göreceğiz sahnede, öyle anlaşılıyor. Bugün ODTÜ üzerinden kolay hedef yaratılmaya çalışılarak tahrik edilen gençlerimiz yarın bütün Türkiye’de tekrar ayaklandığında yine komplo teorilerine mi sığınılacak? Bu tavırlarıyla en büyük komployu hükümet ve belediye başkanımızın kendi halkına karşı örgütlediği söylenecek olsa, buna ne denebilir? Kendi yurttaşına, gencine, çocuğuna bu gözükaralık, bu kin, bu öfke nedendir? 6 Eylül 2013 tarihinde Ankara’da 100. Yıl’da, ODTÜ’de yaşadığımız, ülkemizin ve şehrimizin bu iki muktediri arasındaki tehlikeli işbirliğinde bir kez daha kendini gösteren öfke krizinin yeni bir ürünü ise, ve çoktandır geliyorum diyen gerçek bir iktisadi krizin üstünü Suriye’de savaşla, medyatik gözyaşlarıyla ve bu gibi suni krizlerle kapatmaksa arzulanan, hayır, bunlar hiç akıl kârı değil. Hiç değil...
Daha dün özgürlükçü yeni bir anayasa yapmaya, Kürt meselemizi de barışçıl bir sonuca ulaştırmaya niyetlenmemiş miydik? Geçmiş olsun mu demeliyiz şimdi bütün bunlara, o sahici iç barış gündemimize? Her düzlemde ve giderek genişletilen cephelerdeki bu savaş çığlıkları nedir, nedendir? Oysa bu ülke, hepimiz çok daha iyisini hakediyoruz, hakediyorduk... Kani Bey de, Gökhan da, çocuklarımız da..
Yorumlar (0)