Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Acı Soğuk

Dedim ya İnönü beni dansa kaldırmıştı, Rasim Efendiyle yeni evliydik daha… İsmet Paşa, belimden tutmuş beraber dönerken eğilmişti kulağıma, “Hanımefendi” demişti, “En az dört çocuk yapmalısınız!” Fakat ben de hani cevabımı hiç geciktirmemiştim , “Bırakın da Paşam, ona biz karar verelim!” deyivermiştim.

Acı Soğuk

İnönü beni dansa kaldırmıştı. Taşhan’ın pabucunu, Ankara Palas dama atmıştı. Yemekleri Fransız aşçılar yapar, Rum garsonlar dağıtırdı. Karpiç de iyi adamdı doğrusu, babam yaşıyordu o zamanlar. Tüccarzadeler’in konağına bakan döner bir daha bakardı. Üç katlıydı konağımız, haremli, selamlı, yirmi beş odalıydı. Saat gibi işlerdi görseniz. Kaynanam, sandık odasının köşe sedirine kurulur, oradan yağdırırdı içeriye emirleri, ara sıra da dışarı bakardı; “Şu giden kim ola ki?” diye kendine sorardı. İkide bir, “Gözlerim seçmiyo artık.” diye söylenirdi. Sandıklar içindeydi top top kumaşlarımız, ipek seccadeler, gümüş takımlarımız vardı. Çevreler, halılar, kilimlerle Paşa konaklarının yavrusu sayılırdı.

Kaynanam gelin geldiğinde saltanat nöbeti Abdülhamit de imiş, Abdülhamit’in kapısını Almanların aşım aşım aşındırdığı zamanlarmış. Kolay mı ya Berlin’den Bağdat’a gidecek olan demiryolu hattı Anadolu’nun göğsünü ortadan ikiye yaracakmış. Almanlar şimendifer şartnamesini imzalatma derdindelermiş.

Dedim ya İnönü beni dansa kaldırmıştı, Rasim Efendiyle yeni evliydik daha… İsmet Paşa, belimden tutmuş beraber dönerken eğilmişti kulağıma, “Hanımefendi” demişti, “En az dört çocuk yapmalısınız!” Fakat ben de hani cevabımı hiç geciktirmemiştim , “Bırakın da Paşam, ona biz karar verelim!” deyivermiştim. Gerçi o da haklıydı, memlekette erkek bırakmamıştı ki o bitmeyen savaşlar; Üç değil, beş değil, neredeyse on yıl süren harplerde, dağlar taşlar asker kaçağıyla dolmuştu.

Öbürlerinden farksız gibi dursa da başkaydı bizim mahallemiz, bir köşede Leblebicioğlu camisi, öbür köşede Yahudilerin Sinagogu vardı. Şengül Hamamın karşısında Hıristiyan Rumların iki ortaokuluyla bir Anaokulları mevcuttu. Ben yetişemedimse de anlatırlar duyardım Atatürk’ün leblebi almaya geldiğini; Bez torbalarla alıp gidermiş leblebiyi.

Konağın esaslı dikişleri olduğunda Yahudi kadınlar gelirdi hep. Dedim ya üç katlıydı konağımız, orta kat misafir salonuna iki de misafir odası açılırdı. Eskilerin Mabeyn Odası dediği yerden kolaycana geçerdin selamlıkla haremliğe. Bohçacılar, dalkavuklar, beslemeler bir aşağı bir yukarı iner iner çıkarlardı. Kaynanamın gözüne girmek için kimisi dilini tatlandırır, kimisi zekâsını kıvraklaştırırdı, ama yalan yok içlerinde aşçılardan daha güzel dolma saranları vardı, oya yapar nakış işlerlerdi.

Dedim ya Ankara Palas’ın, büyük mermer salonunda kaldırmıştı İnönü beni dansa. Dans bitinceye kadar kocam ölüp ölüp dirilmiş, tırnaklarını yemiş bitirmişti. Alışkın değildi tabi Ankara herifleri böyle alafranga adetlere, Aslında en iyi Ermeniler bilirdi bu dans etmeyle vals yapma işlerini fakat onları da Rumlar gibi çoktan göndermişlerdi. Zengine dokun geç, fakirden sakın geç demişler.

Kaynanam rahmetliye doğum tarihi sorulunca bilemezdi, “ Ne biliyim işte, üzüme alaca düştüğünde doğurmuş anam beni” derdi. Kütükçüzadelerle akrabaydı kendisi. Çok severdi akşam gezmelerini, elinde mum feneriyle yolu aydınlatan hizmetçinin arkasından yürürdü. Lakin kışlarımız pek çileli geçerdi; Hiç ısınmazdı o koca konaklar. Saç sobaya atılan odundan ne olur ki, kayınbabam gibi harıltıyla gürleyip parlar, biraz sonra buz keserdi. Her yokuşun inişi var demişler, o kışlar da geldi o kışlar da geçti gitti.

Otomobil mi? Ne arasın ki otomobil o zamanlar, koca Ankara da tek bir otomobil vardı, hiç unutmam, Aslangüller adında bir Katolik tüccar getirdiydi ilkin otomobili. Hepimiz görmeye koşup Taşhan’ın önüne yığılmıştık. Şimdiki Ulus’a eskiden Taşhan Meydanı denirdi. Oradan İstasyona yolcu taşımaya başlayınca hepimiz arkasından şaşkın şaşkın bakıp “Gâvur arabası” diye bağırdıydık. Öyle böyle değildi hani, çok zengin olurdu bu Ankara Katolikleri, Hisarönü mahallesinde hepsinin muazzam konakları vardı. O konakların içinden taşardı sokağa kuyruklu piyanoların sesleri, lakin üç gün üç gece süren o kahrolasıca yangın, hem o güzel konakları kül etti hem de koca şehrin yarısını sildi haritadan.

Nereye mi gelin geldim ben, nereye olacak tabi ki konağa geldim, hem de telli pullu geldim. Kapıda karşılamışlardı iki görümceyle eltim beni, Günsel küçüğün adıydı, büyüğünki Nursel idi. Pek gururlanırdı Nursel babasının servetiyle, daima yüksek mevkileri hayal ederdi. Fakat o varlığın içinde hiç şükretmezdi canı sağ olasıca, “Niye bizim de şöyle deniz kıyısında yalılarımız yok?” diye dertlenir dururdu. Ankara’ya sonradan gelip üç günde zenginleşen parti adamlarına hiç tahammülü yoktu. Kendisi el işinde daha bir gün bile çalışmamışken hem dedesini hem babasını iş bilmezlikle suçlardı, “Beceriksizler” derdi onlara… Şimdi eğri oturalım doğru konuşalım; kaynatamla kaynanam bayram olsun, kandil olsun, damat, gelin, torun demeden herkese hediye alırlardı fakat Nursel burun bükerdi hepsine, beğenmezdi hiçbirini. Ağacın kurdu içinde olur demişler. Bu dünya ar dünyası değil kâr dünyası. Hırslıydı Nursel, zalimdi de. Gerçi devleti inek gibi sağıp üç günde zengin olanlar o kadar çoktu ki Nursel’e de hak vermemek elde değildi hani. Fakat Kaynata zenginliği de bir yere kadar; İstanbul’un zengin yalı sahipleri gibi hem Rumeli'den hem Anadolu çiftliklerinden geliri mi vardı sanki? Beyoğlu mülklerinden kiralar, devlet hazinesinden maaşlar mı alıyordu?

Dedim ya zalimdi Nursel. Bir kış akşamında yaşanmıştı o olay ya, neyse onu sonra anlatırım. Bana karşı nasıl mıydı? Nasıl olacak, herkese karşı nasılsa bana da öyleydi. İnsan göre göre hayvan süre süre demişler. Alıştıydım yaptıklarına zamanla fakat dişimi göstermekten de çekinmemiştim. İki at bir kazığa bağlanmaz demişler.

İnönü beni dansa kaldırmıştı. İkinci Adam derlerdi ona, Atatürk tek adamdı. Dedim ya zalimdi Nursel, habis ruhluydu, şeytandan türemişti. Anlatırım dediğim olay, dondurucu kış gününün akşamında yaşanmıştı. Dışarıda tipi çalkalayıp savururken kapı çalmış, duymamışım ben, üst kattaydım çünkü Nursel açmış kapıyı. Bide bakmış ki, karşısında ortanca amcası Mümtaz Efendi. Aç sefil gezerdi garibim, o ayazda ağır çantasını süre süre kim bilir nerelerden yürüyüp gelmişti. Sırtında ne zamandır yenileyemediği eski paltosu, onun içinde rengi ağarmış ceketi, altında dizleri çıkık pantolonu… Mümtaz Efendi tam ayaklarını yere vura vura paltosunu sarsarak üzerindeki karları temizliyormuş ki, Nursel atılıp, “ Amca şu an müsait değiliz, içeride önemli misafirlerimiz var, başka zaman gel!” demiş. Kapıyı kapatıvermiş adamın yüzüne. Soğanın acısını doğrayan bilir demişler. O edepsiz acı soğuk kapıdan içeri atlayıp girerken zavallı Mümtaz Efendi orada öylece kalakalmış. Akşamın geceye dönen ayazında, kulakları dona dona uzaktaki tek göz odasına doğru hızlı hızlı yürüyüp kaybolmuş.

Metin 2: Yazevleri

Yazar İrfan Akalp

Yorumlar (1)

Sait ARKAN

3 gün önce / 18.02.2025

Bu ne akıcı, bu ne gürül gürül bir anlatım böyle. Bir çırpıda okuyuveriyor insan. Kalemine, kelamına, emeğine sağlık. Kutluyorum.

  |   Beğenmedim 0   |   Cevapla