Yani gerçekten Amerikan vatandaşı, bir doksanlık bir top modelle sevişmek, Dünya Kupası finalinde gol yiyen takımın kalecisinin arkasında küfür etmek, en yüksek gökdelenin haberleşme kulesinin tepesine çıkıp ayaklar altına aldığımız insan kalabalığının üzerine tükürmek neye yarar ki? Bunlar neyi değiştirir? En azından yazdıklarımda bir değişime neden olmaz.
Yazmak istediğim şey bazılarınızın aklınıza bile getirmek istemediği, dehşet verici bir şey. Kendi ölümümü yazacağım. Şu ana kadar düşündüklerim içinde somut gerçeklikten kaçındığım için nasıl öldüğüm hakkında yazıp yazmamak konusunda kaldığım kararsızlık da var. Nasıl öldüğümü yazsam mı? Değişen ne olacak? Bazılarınız ölüm şeklimden inançlı mı, zengin mi, yaşlı mı olduğum şeklinde binlerce yargıya varacak ve bazılarınız da akıllı mı deli mi, bilge mi cahil mi, önsezili mi yoksa bakar kör mü olduğumun sonucuna varacak. Bilmiyorum. Bunların hepsi de hiçbiri de olabilirim. Sonuçta öldüm. Hem de basbayağı öldüm. Ölümüm öyle böyle bir olay değildi.
Önce bendeki değişimlerden bahsetmek istiyorum. Üzerinde yaşadıkları dünyanın rutinine güvenen insanları anlamaya çalıştım. Yapamadım. Dünyanın bir anlığına durması, kıyamet denilen sahnenin perdelenmesi, birden göklerin kararması ve yıldızların atılması, yerin ortasından yırtılarak dağların yürümesi vs... Bunun gibi şeyleri düşündüm. Böyle bir son, hazırda bekletilirken insan nasıl komşu kadınla dedikodu edebiliyordu, yan evdeki kızın memurluk sınavını kazanması hakkında iki lafın belini kırabiliyordu ya da yemek hazırlayabiliyordu?
Durmamın nedeni işte buydu. Tam anlamıyla durdum. Durmamla ölmem bir oldu. Korku duygum beynimde bir yerlerde ateşlendi, bedenimi kapladı, gözlerim ışığa kapandı. Sanki birileri bedenimle gerçeklik arasındaki boşluğu arttırmak için debriyaj pedalına basmıştı. Koptum. Kimse beni tanımıyordu. Seslerin arkamda yarattığı yoğunluk onların öncüsü olduğumu düşündürttü bana. Ayrılıp gitmeleri için ne yapabileceğimi bilmiyordum.
Tam anlamıyla düşmüş gibiydim. Kendisini birden yerde bulan, acısı burnundan, sızısı incinmiş ve berelenmiş bacaklarından çıkan, o boşlukta olan biteni düşünmek bile istemeyen, sadece yasının ve kaybının derdine düşmüş biri gibi, geride bıraktığı her şeyi bir kenarda saklı tutan adamdım ben. Birden kopmuştum. Ve birden bitmişti.
Ölmeden önce neler düşündüğümü aklıma getirdim ve şok edici dehşetimin beni önceden uyarı sistemi olan bu duruma hazırlamak için bir şekilde dürttüğünü gördüm. Yanımdan bir insan geçmişti. Herkesin oruçlu olduğu bir ramazan gününde, dört tarafında dört musluk olan bir hayrat çeşmeden su içiyordum. Doktorum oruçlu olmamamı, sıcak
ve bunaltıcı havada dışarıya çıkmamamı, aşırı efor gerektiren hareketlerden uzak durmamı istemişti. Bunu yapamıyordum. Kendimi ayın on dördünde, saat bir buçukta dışarı attım ve ağzım mühürlü olmamasına rağmen o hayrat çeşmesinden su içtim, bez mendilimi yıkadım ve başımı meshettim. O arada biri daha yanaştı. Arkamda durdu ve çimenliğe dizler iüzerine uzanıp orta parmağını ağzına sokabildiği kadar batırıp kusmaya çalıştı. Toprağa dökülen sıvının çıkardığı sesleri saklamak için dört başlı çeşmenin ondan en uzakta olan musluğuna kaçmayı denedim ama bu sarhoş, kulaklarımı tırmalamak için elinden geleni yapıyordu.
Onun ölmesini işte başımı musluğun altına sokup mendilimi dörde katlayamadan önce istedim. Ölmesini isteme nedenim dini sorumluluklarını yerine getirmemesi, kusma seslerini duyurmak adına insan bolluğu içindeki bir mekânda parmağını ağzına sokması ya da sarhoşlukla gelen aldırmazlığı benim üzerimde denemesi değildi. Dikkatlice baktığımda onun balkonumu plastik doğramayla kaplattığım şirketteki usta olduğunu görmüştüm. İşi eline yüzüne bulaştırmıştı. Pencere tam anlamıyla yerine oturmuyordu, kolu zar zor dönüyor ve kilitlendiğinde ve açılması için uğraşıldığında yağ gibi kaymak yerine insan bir güç harcamak zorunda kalıyordu. Bu yüzden ölmesini istemiştim.
Ve ben birden öldüm. Durduğumda boşluktaydım, düşerken hareket etmiyordum. Falezin denize açılan yüksek kapısını kapatmayı unutmuşlardı, dengemi kaybetmiştim. Akdeniz, içine çektiği iki ayaklı bir insanı, bir zamanlar sudan toprağa tükürdüğü, evrimleşmiş ve ayaklanmış deniz canlılarına yaptığı gibi, ama bu kez tersten, geri çağırıyordu. Düşerken bir şey anlamadım. Düştüğümü bile bilmiyordum. Sadece ayağımın takıldığını, bir adım sonra yarım metre altımdaki kaya zemine ineceğimi sanıyordum. Ama olmadı. Arada neler olduğunu yazabilirim. Yaşam ile ölüm arasındaki farkındalığı kelimelere dökmek isteyen şairler bu durumu birçok şeye benzetmişlerdir. Bense bunu henüz tarif edemiyorum. Sadece şunu söylemek istiyorum. Daha fazla dünyaya bağlılık, kafa yorucu işlere olan yoğun ilgi, maddeyle son raddede haşır neşir olma durumu, az da olsa insanın ölüme yaklaştığı andaki karanlığı ışıklandırabiliyor. Plastik doğrama işlerini yaptırmaya çalışmam, basit bir ustaya küfretmem, mühürlü ağızların arasında tok dolaşmam, sürekli sarhoş ve kiralık insanlarla karşılaşmam bana bunu öğretti. Daha da fazlasını istedim. Güpegündüz insan düz yolda yürürken nasıl olur da önündeki boşluğu görmez. Bilerek atlamadım aşağı, hayata garezim de yoktu, kimseye kızıp kendimi cezalandırmak da istemedim. Tek yaptığım kendi halimde yürümek ve düşünmekti. Onun ölmesini isterken de, bir adım sonra öleceğimi düşünmeden o dar taş sıra üzerinde yürürken de, aklımın ucundan geçmezdi ölüm.
Bazı insanlar kavram eksilten medeniyetlerin insanı daha mutlu ettiğini düşünerek uzay uçuşuna kesilen biletleriyle uyuyorlar, o kadar mutlular ki, koyun koyuna yattıkları o kâğıt parçasını kendisine büyük ikramiye isabet etmiş bir piyango bileti gibi yanlarından ayırmıyorlar. Kavramlar, kelimeler ve durumlar olmasa ne değişir? Ne değişir? Yok, olmayacaklar mı? Yok olma durumuna çiçeklenmek, boyanmak, yedirmek yahut kısılmak dense ne yazar? Kavramların ve kelimelerin olguları karşılamayışı insanı sadece zihnen mutlu edebilir. Ben bilmiyor muydum oralara göç etmeyi. O gezegenlerde sınırlı sayıdaki kavramla kolaya kaçarak kendimi bir şekilde kısıtlamak benim de işime gelmez miydi? Oralarda ölmenin olmadığını söylüyorlar. Peki, ne var orada? Yukarıda saydıklarım var. Neyi değiştirir üçe beş demek, çiçeğe böcek demek, artıya eksi demek? Değişmeyen olgunun kendisi değilse, oradaki dönüşmüş zihinlerin yeniden adlandırma çabaları bir fayda verir mi?
Ölmüyorlarmış. Düşmüyorlarmış. Ezilmiyorlarmış. Bir falezden aşağı atladıklarında yok olmuyorlarmış. Önemli olan zihinmiş. Korkuyu akıldan silmek için onu düşünmemek gerekirmiş. Gerisini bilim adamlarına bırakmalıymışız. Zihinden ölüm kelimesiyle birlikte doğmuş tüm kavramları, olayları, durumları, soyut ya da somut algıları attığımızda, geriye kalanla yeni bir gerçeklik inşa edebilirmişiz. Tanrı vergisi bir şeymiş bu. İnsan tanrıya erişip ulaşmayı istedikçe bilim alanında açılan yeni kapılar onun imkânsızın sınırlarını zorlamasına olanak sağlıyormuş. Tanrı insanı öldükten sonra nasıl diriltiyorsa, şimdi de kendisine ulaşmaya çalışan yaratıkların, bazı imkânlarla, bilimin izin verdiği ölçüde, insan zihninin ölüm kavramından arındırılması için çalışmasına izin veriyormuş. Peki, bu nasıl oluyormuş? 22 Ocak 2115 tarihli Pandoral (Pandora ile Pastoral kelimelerinin bir birleşimi) Gerçeklik adlı gazetedeki şu makaleden aldığım özet bunu açıklamama yardımcı olacaktır:
Olaylar hakkında hangi hükümlere varabiliriz? Büyük savaşlar niçin çıkmıştır? O savaşlara sebep olan güzel kadınlar niçin denk durmamışlardır? Yine o savaşlara sebep olan teröristler niçin intikam alınmasını gerektiren eylemlere kalkışmışlardır? Olaylar mı kelimelerin başlığıdır yoksa dille aramızdaki bağ mı bizi harekete sürükler? Bilim adamlarımız zihnimizdeki hastalığın tedavisi için yeni bir reçete hazırladılar. Onlar bir zamanlar üç kelimeli, basit kaynaklı, özne, nesne ve yüklemden oluşan cümlelerle konuşmamızı istemişlerdi bizden. Böyle konuşursak hayatımızın daha basitleşeceğini ve işin içinden çıkılmaz durumlarla daha az karşılaşacağımızı öne sürmüşlerdi. Şimdi de ölüm gibi olumsuz, itici gelen, kaçmak istediğimiz durumlardan kurtulmak için zihnimizi yeniden biçimlendirmeye karar verdiler. Ölüm, sakatlık, acı, işsizlik, keder gibi bize kötü gibi gelen ve aslında da kaçınılması gereken kelimelerin zihnimizden atılmasıyla geriye dönük işleyen bir saati devreye sokan bilim adamları, insanın yaratılış evrimini geriye çevirerek onun bu olumsuzluklara karşı durmasının yolunu açabileceklerini iddia ediyorlar. Yani durum şundan ibaret sevgili Pandoral Gerçeklik okurları.
Bu kelimeler aklınızdayken, zihniniz onların varlığını yok saymadan işliyor. Onlar varsa, buna göre bir işleyiş planı uyguluyor. Peki, bu nasıl olacak? İş işten geçtikten, insan bu kelimelerin gerçekliğini canlı bir şekilde karşısında gördükten ve tadın acısını aldıktan sonra saatimiz geriye dönük olarak işlemeye nasıl başlayacak? Hiç ölmemiş mi olacağız? Yoksa ölüme başka anlamlar mı yükleyeceğiz? İkisi de mi yoksa hiçbiri de değil mi? Bilim adamlarımız aslında ölenin biz olmadığımızı söylüyorlar. ‘Ölen zihninizdeki ölüm kelimesidir,’diyorlar. Artık ondan kurtuldunuz. Zaten hayatınız boyunca ondan kurtulmak istediniz. Bunun için, ölümden kaçmak için yollar aradınız. Bu durum balığın ağzına takılan olta iğnesinin zavallı hayvana verdiği acıya benzetilebilir. Ya da bir ayağınıza batan kıymığın verdiği acıya da benzetilebilir. Araştırmalarımıza göre, evlatlar babaları hakkında bu türden yaklaşımlar içinde bulunuyorlar. Babalarının ölümü onları korkutuyor, ama ölmelerini de istiyorlar. Çünkü bulundukları durum ağızlarına olta iğnesi ya da ellerine kıymık batmış bir hayvan yahut insanın durumuna benziyor. Ya kurtulmak ya da kurtuluşun olmayacağının söylenmesini istiyorlar. Ama ne çare ki bunun bir yolu yok. İnsan, içindeki ölüm kelimesini öldürmek için kendinden geçmek zorunda kalıyor. Siz öldüğünüzde içinizdeki ölüm kavramı ve onun çağrıştırdıkları, geride bıraktıkları, biriktirdikleri de ortadan kalkıyor. Ölümün ortadan kalktığı bir yerde hayat da olamaz. İnsan ölmüşken bir daha niçin ölüm kelimesiyle kendisini yorar? Yormaz.
Bir ölünün lügatinde ölüm kelimesini aramak alçak bir teröristin evinde Kuran aramaya benzer. Kısaca özetlemek gerekirse öldüğünüzde aslında ortadan kaybolan siz olmazsınız. Bir şey olduğunda, bir durum gerçekleştiğinde o şey yine olmaz mı? Acıktınız, doydunuz. Yine acıkır ve yine doyarsınız. Acıktığınızda ve doyduğunuzda bu kelimeler belli sürekliğine yok olurlar. Bu şekilde olduğu gibi ve aynen, öldüğünüzde kısa bir süreliğine ölürsünüz, tabii buradaki kısa bir süreliğine, görecedir. Yine öleceksinizdir. Ölen sadece içinizden çıkan bu kıymık veyahut olta iğnesidir. Korkmanıza gerek
yok. Zamanı dert etmeyin. Acıkmak yahut doymak kadar kısa süre içinde olmasa da bir zaman sonra yeniden ölmek isteyeceksiniz.’ Bilim adamlarımız bunu başarmış durumdalar. İçinizde ölen kelimenin yeniden zihninizi esir alması için çalışmalara başlandı.
Bazıları “benden sonra tufan” diyor. Bense Adem’den sonra olanları merak etmiyorum. Geriye dönmek istemiyorum. Yeniden doğmak istemiyorum. Kemiklerimin yeniden bitiştirilmesini, dokularımın toplanmasını, kaslarımın kutsal bir iple bir kere daha dikilmesini, iç organlarımın ait oldukları boşluğa düşmelerini hiç istemiyorum artık.
Yorumlar (0)