Yakınları olarak biz ona “Erhan” derdik. Gerçek adı Erhan’dı zaten. “Bozkurt” olan soyadını kullanmak istemediğinden, “Ahmet Erhan” diye bir şair adı takmıştı kendine. İyi etmişti, edebiyatımıza bu güzel adla geçmiş oldu. Mersinli olan Ahmet Erhan, “Anadolu insanı”nın saymakla bitmeyecek çok yönlü, eşsiz vasıflarını içtenlikle dışa vuran, incelikli bir aydınımızdı. Yaptığım bu tanımla “Şairdi” demek istiyorum. “Şair” olduğu için, ona “köylü kabalığı” değmemişti. Ama “Mersinli” tarafını korumuştu.
Konuşma sırasında “Bah heleeee!” diye içten gelen seslenişi, bu belirtmek istediğim özelliğinin örneklerindendir: “Bah heleee”, yalnızca “Bak ne diyeceğim” anlamında değildi. Belki daha çok, Anadolu insanının, “Bir de beni dinle” anlamındaki yumuşak, ama kişilikli uyarısıydı. Şiirinde de söz konusu kişilikli seslenişi duyumsatır Erhan: 1970’li yılların sonlarında, “İkinci yeni”nin getirdiği “şâirane” deyişle sosyalist kavrayışın kestirme anlatımını birleştirmişti. Bu gibi niteliklerinden ötürü, şiirimizde “80 kuşağı”nın öncüsü sayılır. O kuşağın kimi şairleri (ki hepsi değerli şairlerdir), belki Erhan’ın “Öncü” yerini pek kabul etmek istemeyebilir. (Kendi açısından onlar haklıdır, çünkü başka bir şairin ardında olmayı kabul edecek şair, yeryüzünde görülmemiştir. Neyleyim ki, bu konularda benim değil, tarihin dediği olur…) Erhan, 2001 yılında İstanbul’a yerleşmişti. Bu yıla kadar bize çok zor gelen Metin’siz ve Behçet’siz Ankara yıllarında, Erhan’ın en yakınındaki insanlardan biriydim ve doğrusunu isterseniz onun “Rakı şişesinde balık” olma durumuna artık karışmıyor - dum. Bu konuda yapılabilecek her şey yapılmıştı herkes tarafından ve ben de dahil, artık Erhan’ın yaşam biçimine karışmanın yersiz olduğunu tam tamına öğrenmiştik. Ne demeli? Bu durum, Erhan için de zordu, yakınları için de…
Bense hangi koşullar altında olursa olsun, ona yardım etmek istediğimden, Erhan bana ayrı bir saygı ve sevgi gösterirdi. Belki bu yüzden beni babası yerine koyardı, kendisinden 23 yaş büyük olduğum için değil! Öte yandan, benim asıl derdim, Erhan’ın şiirdeki üretkenliğini olabildiğince sürdürebilmesi, bunun için de şiir yazma iştahının kaçmamasıydı. Şimdi bütün bunlar bana “boş lâf” gibi geliyor. Gerçek şuydu: Birçok arkadaştan farklı olarak ne ben ne de Erhan, her gün görüştüğümüz, yiyip içtiğimiz Behçet Aysan ve Metin Altıok’un “Madımak Katliamı”nda ölmesini sindirememiş bulunmanın sersemliği içindeydik. Kendimden biliyorum: Ha - yatta hiçbir şeyin tadı tuzu kalmamıştı; garip bir şekilde, ortalıkta ayran budalası gibi öyle gezini - yordum. Erhan ise saklanır gibi hep evdeydi. Onun bu durumunu oluruna bırakmak, bana tehlikeli gibi gözüküyordu; sıkça gidip yokluyordum. Kimi okurlar, bu yazdıklarımı önemsemeyebilir.
Ama bakın, Antalya yolculuğumuz önemlidir: Yine 90’lı yılların ortalarıydı, Antalya’daki edebiyatçı dostlarımızın daveti üzerine, benim uzun yıllar kullandığım “Tosbağa” denen arabamla bir bahar zamanı bu kente gitmiştik. Arabayı ben kullanıyordum, yanımda Erhan oturuyordu; arkada ise eşlerimiz ve bizim “Baksır” cinsi sevgili koca köpeğimiz “Buruşuk” vardı. Uzun yolda işte böyle Çingene obası gibi seyredip giderken Buruşuk, arkadaki kanepeden ikide bir kafayı uzatıp Erhan’ın ensesini bir koklayıp bir yalıyor, Erhan ise bunu umursamaz gözüküyordu. Yol boyunca bu ikisi arasındaki içten bağlılığı anlatmayı başaramayacağım için, Antalya dönüşünde Erhan’ın Buruşuk üzerine müthiş bir şiir yazdığını hatırlatmakla yetineceğim. Üstelik, bu şiirin yer aldığı kitabının ilgili sayfasına Buruşuk’un fotoğrafını da koymuştu Erhan. Antalya’da yineleyip durduğumuz slogan şuydu: “İnsanı sevmenin yolu, nebatat ve hayvanatı sevmekten geçer!” Antalya’nın bitki örtüsü ve bir de Buruşuk, sloganımızı doğruluyordu…
Yorumlar (0)