Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ahmet Yüksel'in Ankara Sanat Kitabevi'ndeyiz:

Kitapçıları bilirsiniz. Sahafları da bilirsiniz. Belki bazılarımız kitapçılar kadar sık uğramayız sahafa, ama oraya ayak basar basmaz, burasının kitapçı dükkanından çok farklı bir yer olduğunu anlarsınız. Yığılmıştır her şey, bir kitap kalabalığı, biraz tozlu bir kümelenme, aradıklarınızı nasıl bulabileceğiniz hakkında bir belirsizlik... Kitabı yeni yayınlanmış bir sahaf olan Emin Nedret İşli “sahaf, edebiyat, tarih, siyaset, sosyoloji, felsefe, müzik, din, dil ve kültür alanları da dahil olmak üzere, pek çok konuda kitap, belge, fotoğraf, süreli yayın, yazılı ve basılı malzeme gören, bilen, hafızasına kaydeden, devşiren kişidir” diye yazıyor. Biz de Ahmet Yüksel’in, Küçükesat’taki Sanat Kitabevi’ndeyiz. Burası bir sahaf dükkanı.

Ahmet Yüksel'in Ankara Sanat Kitabevi'ndeyiz:

Buraya adımızı attıktan sonra artık kitaptan çok sahafla ilişkili hale gelirsiniz. O bilinmezlik deryasının içinde, sahaf sizin yol göstericiniz, elinizi tutan kılavuz kaptanınızdır. O olmadan bilemezsiniz, bulamazsınız. Ama Ankara Sanat Kitabevi öyle bir yer değil. Güneyin bol ışığına bakan güneşli geniş pencereleri var. İçerisi aydınlık, temiz ve düzenli. Tavan, alışılmıştan biraz daha yüksek. Öyle ki, arka tarafta birkaç basamakla çıkılan ayrı, galeri gibi bir bölüm bile var. Duvarlardaki kitap rafları, tavana kadar yükseliyor.

Dükkan ve kediler

Akay yokuşunun tam doruk noktasında, Hacı Yolu’nun üzerinde, alt geçidin yanında, ayrılmış bir yaya kaldırımdan giriliyor dükkana.

“Burası bizden önce lastikçiydi” dedi Ahmet. İflas etmiş. Oysa şimdi, nerdeyse ev gibi, samimi ve dostane, ama sade ve sessiz bir albenisi var. Sokak tarafındaki pencerenin içinde uyumuyorsa kedi, hemen pencere önündeki koltuk üzerindeki kırmızı örtünün üzerinde, güneşin altına serilmiş, korkusuzca uyumaktadır. Karşınıza çıkan kolonun etrafında, biraz efemera malzemesi var: eski kartpostallar, kahverengi fotoğraflar filan...

Ama asıl akıl çelen, hemen girişte soldaki ferah boşluğun ortasında, güney güneşine ve aydınlığına bakan yerin ortasındaki eski ceviz yemek masası. Aslan ayağı biçimindeki ayakları ve üzerindeki kalın cam ile birlikte, eskiden herhangi bir orta sınıf kentlinin evinde görebileceğiniz türden bir masa. Ona uyan veya uymayan sandalyeler var etrafında.

Geçen hafta, sahaf dükkanı üzerine bir röportaj yapmak istediğimizi bildirmek, nasıl yapacağımızı konuşmak için geldiğimizde, Ahmet biraz arka tarafta, çok iyi Türkçe konuşan Romanyalı bir genç kadına, satın almasına hiçbir biçimde imkan olmadığını bildiği, 19. Yüzyıl’da basılmış Latince bir İncil gösteriyordu. Konuşmalar biraz ilerlediğinde, bu büyük boy ve kalın kitabı sadece tutmak, elini sayfalar üzerinde gezdirmek için arada gelen bir müşteri olduğunu anladık.

Gerçekten kitabı huşu içinde tutuyordu ve giderken de, “bütün hafta yetecek kadar enerji aldım” dedi ve elbette, enerjiyi aldı ama kitabı almadan gitti.

Biz, kare biçimindeki ceviz masanın etrafında oturuyorduk. Cumartesi günleri, mutlaka misafirleri (müşterileri demez ama belki bir şeyler alıp-
veriyor da olabilirler) oluyor ve orada, çay-kahve, sohbet, inanılmaz keyifli karşılaşmalar, her şeye rastlayabiliyorsunuz. Bu defa röportaj için gittiğimizde, masanın etrafında “Ankara Dereleri Tarihi” kitabının yazarı Erman Tamur ve iki tane Japon oturuyordu.

Biri DTCF’de Japonca eğitmeniymiş ve Türkçesi çok iyiydi. Diğeri de genç bir doktora öğrencisiydi. Masaya yaklaşınca, bizi ayağa kalkarak saygıyla selamladılar.

Gümişhacıköy, Merzifon, İlk

gençlik

Ahmet, anlattı: Genç bir delikanlı olarak Amasya Gümüşhacıköy’den Ankara’ya geldiğinde, tutunmak için nasıl uğraştığını ve nasıl başladığını bu işe... Öyküsü hem çok bilindik gibi, hem de, “nasıl oluyor da...” diye merak ettiğimiz her ayrıntı konusunda o kadar canlı ki... 1981’de üniversitede okumak için gelmiş Ankara’ya, hem de 1980’deki askeri yönetimin küçük yerlerdeki daha da bunaltıcı olan baskısından uzaklaşarak, büyük kentte kaybolabilmek için. “17 yaşında, 12 Eylül’ün gazabından kurtulduk." Merzifon lisesini bitirmiş ve geldiğinde, Merzifonlu arkadaşlarının ekibine dahil olup, hem geçim, hem yaşam sorunlarını yoluna koymaya çalışmış. Hem de DTCF’nin devam gerektirmeyen Türkoloji bölümünün öğrencisi olmuş.

Ahmet “12 çocuklu bir aile” diyor. “Babam manifaturacıydı, İbrahimî tarikatından, aynı zamanda tütün üretirdik. Ama basma tütün. Çok serttir.
Sadece harmana girer. Amerikan sigarlarına katılırdı. Camel’in üzerinde de yazardı. Artık hiç kalmadı.
Tütün aile ziraatıdır. Hepimiz yapardık. Babam Singer dikiş makinası bayiliği de yaptı. Ormancılık da yaptı. Samsun’da Canik Lastikleri'ne ortak da oldu. Kız çocuklarının terzi veya öğretmen olmasını isterdi. ‘ben, donumu satarım, çocuğumu okuturum’ derdi.”

“Aktaş’ta yıkılacak eski bir konakta kalıyorduk, arkadaşlara hep beraber. Berduşlar var. Sıkıyönetimden kaçanlar var. Merzifonlu arkadaş, Kızılay’da Zafer pasajının olduğu tarafta, Orduevi’nden Soysal Pasajı’na kadar, o kısmın işportacısıydı. Belediye’yi görmüş. Onun ekibine dahildim. Çay bardağı, ayranmatik, sürahi, eşofman altı... Ne gelirse satıyoruz. Hani var ya, portakal kasasına, bardağın dibi ile çivi çakıyorsun... Bardak o kadar kırılmaz...”

İlk sahaflardan Yoldaş Osman’ı (Komünist Osman) saymalıyız. Eski bir talimatnameyi sattığı için içeri alıyorlar. Eski kitapçılardan Turgut Koraltan’ı (Külüstür Turgut) tam merkeze koymalıyız. Sırtından çuval hiç eksik olmamış..

“Sonra, Soğukuyu Sokakta Eke Pavyon’da vestiyerlik yaptım. Maaş yok. Hava parası vererek giriyorsun, ama arkadaşım ayrılıyormuş. Girişte de, unutup çıkışta da para veriyorlar; bahşiş bol. Orası, Umur Bugay’ın senaryosunu yazdığı Düttürü Dünya filminin de çekildiği pavyonmuş. Ben Ayberk Çölok’un rolünü oynadığı işi yapmışım.”

Ankara’da kitap işi... Sahaf işi...

Ceviz masanın başında, laflar koyulaşıyor. Japonlar allahaısmarladık deyip gittiler. Tek tük müşteri uğruyor. “eski Çıraklardan” Mustafa bakıyor onlara, diğer kedi, Solfasol’ün eski sayıları üzerinde uyuyor. Girişin karşısında, en dipteki çalışma masasında, eski “çırak” kitapların bilgisayara girişini yapıyor sessizce. Kitapları çok bol bir evde gibiyiz. Ahmet bir ara kahve pişirip getirdi. Masanın üzerinde, hem kağıtlı şekerlerin, hem de kesme şekerin bulunduğu bir kase.

“Cumhuriyet’le beraber ciddi bir nüfus akını oluştu. Adam geldi, arkasından iki vagon da kitabı geliyor. Ankara’da başlangıçta kitapçı olmasa da, kitaplar birikmeye başladı. Eski kitapevi de, sahaf da yoktu. Önceleri dükkan da yoktu. Çelik bir tezgah. Denizciler çarşısında, soğuk günlerde Şengül Hamamı’ndan kül alıp, ellerini ısıtıyorlar. Ankara’da ilk defa Ziraat Fakültesi içinde Merkez Bibliyotek oluştu. Vasfi Mahir

İşin aslı-esası: aradığını bulmak. Sahaflar hep biraz karışık olur. Ben kitapların tertipli-düzenli olmasına dikkat ettim.

Kocatürk, Reşat Nuri Güntekin kitapçılık yapıyorlar. Harp Okulu talebeleri paralı, kitap okuyorlar. Sonra JUSMAT Ankara kuruldu, onların dünya kadar kitapları dergileri geliyor. Kitapçılık gelişiyor, yavaş yavaş kitaplar birikiyor Ankara’da.

“İlk sahaflardan Yoldaş Osman’ı (Komünist Osman) saymalıyız. Eski bir talimatnameyi sattığı için içeri alıyorlar. Eski kitapçılardan Turgut Koraltan’ı (Külüstür Turgut) tam merkeze koymalıyız. Sırtından çuval hiç eksik olmamış. 24 saatte 48 saat içer. Doğma-büyüme Cebecili. En son Olgunlar 14 numaradaydı. Çok güzel öldü: Bir gün hastalandı, bir gün hastanede yattı ve öldü. Bir gün gömüldü...

“Onun döneminden Aydın Sami Güneyçal, Vasfi Mahir de var. Osman Yüksel Serdengeçti, Çopur Mahmut, Turhan Polat. Necati, sonra Kocabeyoğlu’nda Turhan. Ethem, memurdu ama Turhan Kitabevinde de çalışırdı. Elhanlar, Kilisli, ebru sanatçısı. Timuçin Tanarslan. Savaş Kitabevi, Zafer Çarşısındaydı. Ankara’da iz bırakan sahaflar...”

Ankara Sanat Kitabevi’ne

giden yol

Ankara, ya da başka bir kentte nasıl ilişkileniyor/ buluşuyor, kitaplar, kitapla ilgilenenler, evinde yıllar içinde kitapları birikenler, kitapçı dükkanları, sahaflar, öğrenciler, kitap-dergi yayınlayanlar? Birbirlerini nasıl buluyorlar, aralarındaki ağ nasıl örülüyor ilmek ilmek, bu ağa nasıl dahil oluyorsun, bir ucundan? Ankara Sanat Kitabevi’nin serüveni nasıl başladı, nasıl oluştu?

“Hepsi, toplam 30 yıl. Tamamı Ankara’da. 1990 yılından beri kitapçılık, sahaflık...

“Bilgi Kitabevi’nde redaktörlük filan, kitapçılarla ilişkim vardı. Yaşlı bir kadın, bir gün yardım istedi bizden. Kocası ölmüş, kitaplarını satmak istiyor. Ergene Apartmanı’nda. Baktık bir oda dolusu kitap ve çok iyi yerleştirilmiş. Çok kitap var. İyi bir fiyat vereni bulamadık. Sonunda bunları biz alalım dedik. Borca girdik, parayı denkleştirip aldık kitapları, ortak olduk.

“Bunları İstanbul’a götürelim dedik. Örnek olarak 2-3 koli yaptık. İstanbul’da İbrahim Manav, Dilmen Kitabevi ile konuştuk. Bizi İstanbul’a götüren ‘yeni yaka bunlar’ dedi, kağıt peçeteler üzerine yazarak fiyat konusunda anlaştık. İstanbul Ansiklopedisi var; fotokopisiz, tam. İstanbul kronikleri, Evliya Çelebi var. Okçuluk üzerine yazılmış kitaplar. Sonra öğrendik ki, kitapların sahibi Şekip Bey Okçuluk Federasyonundaymış ve çok fazla kitap var okçulukla ilgili. Şekip Bey, ünlü bir hattatın da torunuymuş, bir de Osmanlıca yazılmış bir rulo. Hepsini 5.000Tl’ye sattık sonunda.

“Kendimize de ayırmıştık biraz kitap, ama bir gerek. Karanfil sokağın sonunda, iki katlı bir ev vardı. Burası barolar Birliği’ne aitmiş ve müteahhide kat karşılığı verilmiş. Tanıdığımız bir hakim olan Arnavut İsmail’i araya koyarak, Barolar Birliği Başkanı Teoman Evren
ile görüşmeye gittik. Bizi iyi karşıladı ve alt kat çarşıda kitapçı açma fikrimizi çok beğendi. O da, oranın kitapçı çarşısı olmasını istiyor. Böylece depozito, kira, yarıya düştü. Sonra Fikret Kemal Yıldırım, Teknik Kitabevi de geldi. Orası kitapçılar çarşısı haline gelmeye başladı.

Birlik Çarşısı

“O yıllarda, şimdiki AVM’ler gibi çarşı-pasaj modası vardı. Pasajlar canlı. Birlik Çarşısı, yeni yapılmış
bir pasaj, Zafer Pasajı’ndan sonra meşhur oldu. Kocabeyoğlu da vardı. Soysal’ın alt katındaki kitapçılar, Hat Kitapevinden sonra, orayı terk etmeye başlamıştı. Müteahhit, Birlik’i kuyumcular çarşısı yapmayı düşünüyormuş; bize çok kızdı. ‘Mezbeleye çevirdiniz burayı’ dedi. O sırada Ankara’da diğer esnaf da, yavaş yavaş, arkaya kaçmaya başlamıştı. Galeri Kültür vardı, Pikniğin yanında. Mülk sahibi esnaf. O da, Sakarya’ya gitti.

“Ders kitabı, hiç satmadım. Sahaflığa kasıyorum, öyle kafaya koymuşum. Kapıdaki levhaya yazmışım, yine de gelip ders kitabı sorarlardı. Çalışıyorum, ama bütün yıllar yer altında geçiyor. Batıkent’te oturuyorum. Daha sonra 3. katta bir yer çıktı. Çok büyük: 100 m2. O zamana kadar, o kadar büyük sahaf yoktu. Herkes çok şaştı. Bir faks bir de bilgisayar, aldım: Macintosh; gaz tenekesi kadar vardı. Ama önceleri, bilgisayarda ancak etiket yazıyoruz. Eskiden kataloglar basardık. Bunlar bir ayda eskir, basılı olmasının zorluğu buydu. Her gün yeni kitap gelir, kimisi satılır, tükenir.

“Bir Alman Arkadaşım vardı, Alman Arkeoloji Enstitüsünün tedarikçisi oldum 1989 yılında.
Daha sonra, İsmail Eren, çok büyük bir dergi koleksiyoncusu idi. Münih’te, Almanya’nın en büyük kütüphanelerinden birisi varmış, orasının tedarikçisi olmak üzere beni önermiş. Kütüphanenin tedarikçisi oldum. Resmi Gazete, her türlü dergiye kadar, üniversitelerin akademik dergileri, tarih dergileri, edebiyat dergileri, hepsini alıyor, gönderiyorum. Siparişler gelmeye başladı. İyi para kazanıyoruz.

Dikkatli feraset keramete kıç attırır"

“Limited bir şirket kurduk. Bibliyografyaları okuyorum. Elimden çok kitap geçiyor. Herkes, her işi yapamaz. Biraz kendimi geliştirdim. İşin aslı-esası: aradığını bulmak. Sahaflar hep biraz karışık olur. Ben kitapların tertipli-düzenli olmasına dikkat ettim. Dağınık, dikkatsiz adam, işini yapamaz. Tertip, düzen, tasnif, katalog...

Kebikeç: İnsan Bilimleri için

Kaynak Araştırmaları Dergisi

“Kudret Hoca’nın teşvikiyle, bir de dergi çıkartmaya başladık: Kebikeç.”

Kebikeç Dergisi için, başlı başına bir özel röportaj daha yapmak, ya da özel bir sayı hazırlamak gerekecek. 2106’da 20. yılını kutladı. Belki de Ankara’nın en
özgün bilim dergisi. Yılda iki kez yayınlanıyor. Hakemli bir dergi ve genellikle her sayı bir dosya içeriyor. Dokuzuncu sayının dosya konusu: Ankara. En son sayısı olan 44. Sayı’nın dosya konusu: Beşeri Coğrafya. Bu sayı 522 sayfa, 400 adet basılmış ve numaralandırılmış. Onlarca “üniversitenin” bulunduğu Ankara’da bir dergi çıkartıyorsunuz ve ancak 400 tane basıyorsunuz...

Bizim ilk müzayede Altınpark’ta 1993’teki kitap fuarında oldu. İstanbullu Alaettin Eser, Gündağ Kayaoğlu ve Sami Önal yaptılar müzayedeyi. Ankara için çok değişik bir

işti. Kılavuz kitapçığı olarak çok güzel bir müzayede kataloğu hazırlamıştık Kudret Hoca. Kitapseverlerin bir araya gelmesini sağladı. Kitabın para ettiği, bir değer olduğu görüldü. Bunun iyi tarafı, bir yandan da, bir sürü kitap kaybolmaktan kurtuldu.

Müzayedeler

“Daha sonra kitap müzayedelerine başladık. Ankara’da daha önce de kitap müzayedesi yapılmış, ama sonra kesilmiş. Bizim ilk müzayede Altınpark’ta 1993’teki kitap fuarında oldu. İstanbullu Alaettin Eser, Gündağ Kayaoğlu ve Sami Önalyaptılar müzayedeyi. Ankara için çok değişik bir işti. Kılavuz kitapçığı olarak çok güzel bir müzayede kataloğu hazırlamıştık. Kitapseverlerin bir araya gelmesini sağladı. Kitabın para ettiği, bir değer olduğu görüldü. Bunun iyi tarafı, bir yandan da, bir sürü kitap kaybolmaktan kurtuldu. Müzayedeler yıllarca devam etti, kataloglar hazırlandı.

Sanat Kitabevi, Türkiye’nin ilk sanal sahafı, aynı zamanda...

“1999’da kredi kartıyla alış-veriş yapılan bir
site kurduk. Türkiye’nin sanal mağaza kuruluşu bakımından, on birincisiydik. O zaman Türkiye’de böyle bir sistem yok. Garanti Bankası’nda böyle bir sistem varmış diye duyduk. Görüştük ve sistemi aldık. Sahaf kitabevi böyle görünür oldu.

İki de çırak yetiştirmiş: Güven Özgüç ve Ali Gökhan Tuğ. İkisi de kendi sahaf dükkanını açtı. “2006’da, burayı aldık. Kızılay, güvensiz bir yer oldu. Çek defterimi çaldılar. Bu civarda zaten bir depom vardı. Burada bir de alt kat var.” Başlangıçta, burası kitapçı sahaf için uygun olmayacağından, “acaba pavyonculuk mu yapacak?” diye kuşkulanmışlar. Ama civarda başka kültürel faaliyetler de olduğu için, Ahmet yerinden çok menün.

Sahaf

Ahmet, yaptığı iş için “neticede bir iş yapıyoruz; dükkan açmışız: esnaflık, eski kitap” diyor. Ama sistemin tam bir parçası değil. “Müşteri tipi farklı. Bir süre sonra, ağabey- kardeş gibi oluyorsunuz. En azından arkadaş. Bu iş feraset gerektiriyor. Bir kitap önemli mi, değil mi bunu sezersin. Bu öngörü işi. Dünyanın bütün dillerine aşina oluyorsun. Bu, bir işe yarar mı,-yaramaz mı?”

Külüstür Turgut’un, Ahmet’in tabiriyle Turgut babanın bir sözüyle bitiriyor konuşmayı:

“Dikkatli feraset Keramete kıç attırır.”

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış