2008’de dünyayı etkisi altına alan ve Türkiye’yi teğet geçtiği iddia edilen küresel ekonomik kriz, 2015’ten itibaren bütün hışmıyla dünyanın üzerine kara bir bulut gibi çöktü. Avrupa’da mevcut iktidarların önemli bir kısmı Türkiye, Rusya, Polonya, Macaristan gibi ülkelerde hızla otoriterleşirken, İtalya, Hollanda gibi ülkelerde faşist söylemleri öne çıkan partiler iktidara geldi. Özellikle Avusturya ve Almanya’da ÖFP ve AfD gibi faşist partiler büyük güç kazandı ve oy oranlarını giderek artırıyorlar. Bir başka önemli otoriter figür olan Trump, ABD’de ikinci defa başkan seçildikten sonra özellikle AfD’ye büyük bir destek vermeye başladı. ABD başkan yardımcısı Vance Münih Güvenlik Konferansı’nda Avrupa’da düşmanın dışarıda değil içeride olduğunu söyleyerek, AfD üzerinde var olduğunu iddia ettiği “baskıları” eleştirdi, bunların ifade özgürlüğüne ve demokrasiye aykırı olduğunu belirtti. Yine ABD Verimlilik Bakanı olan, dünyanın en zengin kapitalistlerinden Elon Musk da haftalardan bu yana sahibi olduğu sosyal medya platformu “X”te AfD’nin “Almanya’nın son umudu” olduğunu söyleyerek bu partiye oy çağrısı yapıyor.
Faşistler için Küresel Ortak Payda: LGBTİ+ Karşıtlığı
Bütün bu otoriter iktidarların ve aşırı sağcı/faşist partilerin birleştiği önemli konulardan biri, LGBTİ+ karşıtlığı. Türkiye’de 2015’ten bu yana Onur Yürüyüşlerinin yapılmasına izin verilmiyor, genel olarak LGBTİ+ eylem ve etkinlikleri mülki idari amirliklerin “genel ahlak ve güvenlik” benzeri gerekçeleriyle anayasaya aykırı bir şekilde yasaklanıyor. Erdoğan’dan Diyanet İşleri Başkanı’na kadar AKP’nin irili ufaklı bütün temsilcileri LGBTİ+ları kriminalize etmek için birbirleriyle yarışıyor. Evlenmelerin azalması, boşanmaların artması ve çocuk sayısının düşmesi eğiliminin bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de azalması üzerine 2025 yılı Erdoğan tarafından “Aile Yılı” ilan edildi; bu, heteronormatif patriyarkal “geleneksel” aile modeline karşı mücadele eden feministlerin ve bu modele uymayan LGBTİ+’ların üzerindeki baskıların daha da artması anlamına geliyor. Bu amaçla iktidar tarafından muazzam bütçeler ayrılırken, hazırlanan eylem planı uygulamaya geçirilmeye başlandı bile.
Diğer bütün otoriter yönetimler de “aileyi korumak” adı altında LGBTİ+ varoluşunu kriminalize etme konusunda birbiriyle yarışıyor. Rusya’da LGBTİ+ varoluşunu terörizmle eşdeğer tutan yasalar çıkartılırken, Polonya’da “LGBTİ+’lardan arındırılmış bölgeler” bile ilan edildi, ancak sonra bundan geri adım atıldı. Trump’ın seçim vaatlerinden biri “transseksüellik çılgınlığına” son vermekti ve göreve başlar başlamaz birbiri ardına yayınladığı kararnamelerle trans ve LGBTİ+ düşmanı politikalarını hayata geçirmeye başladı. Almanya’da şu anda ikinci büyük parti olan AfD’nin politikaları da bundan farklı değil.
AfD’nin parti programında toplumsal cinsiyetle ilgili olarak şunlar yazıyor: “Toplumsal cinsiyet ideolojisi cinsiyetler arasındaki doğal farklılıkları marjinalleştirir ve cinsiyet kimliğini sorgular. Bir yaşam modeli ve rol modeli olarak geleneksel aileyi ortadan kaldırmayı istemektedir. Bu, (klasik anlamda) evliliği ve aileyi devleti destekleyen ve koruyan Anayasa ile açık bir çelişki içindedir, çünkü sadece sözü edilen klasik aile egemenliğin taşıyıcısı olarak devletin halkını üretebilir. AfD, federal ve eyalet hükümetlerinin aile politikasının baba, anne ve çocuklardan oluşan aile imajına doğru yönlendirilmesini istemektedir.”
Yaptığı sayısız açıklamada trans varoluşu başta olmak üzere LGBTİ+’larla ilgili olarak nefret üretmekten bir an bile geri durmayan AfD, kendi içerisinde büyük çelişkiler taşıyor. Partinin LGBTİ+ karşıtı politikalarına ve yukarıda alıntılana baba, anne ve çocuklardan oluşan aile tanımlamasına rağmen, halen başkanı olan Alice Weidel, açık kimlikli bir lezbiyen. Weidel, bir televizyon programında “Yirmi yıldır tanıdığım bir kadınla evliyim, iki çocuğumuz var ve bir lezbiyen olarak kendimi dezavantajlı hissetmiyorum. Ben kuir değilim” demişti.
Weidel’in hem açık lezbiyen olması hem de kuir olmadığını söylemesi, kendisini “makbul LGBTİ+” olarak gördüğünün politik ifadesi. Almanya’da eşcinsel çiftler evlenme ve çocuk sahibi olma hakkına sahip. Bu, LGBTİ+ hareketinin yıllarca canını dişine takarak verdiği uzun soluklu bir mücadelenin kazanımı. Weidel, bu mücadeleyi yok sayarak bu kazanımı “verili durum” olarak görüyor. Sonuçta yasalara uygun olarak evlenmiş, sistemle sorunu olmayan bir vatandaş. Ancak konu trans kimliğine gelince, Weidel transfobisini ortaya koyarak “Çocuklarımızı translardan korumalıyız!” çığlıkları atmaya ve trans varoluşunu kriminalize etmeye başlıyor. Ancak ne derse desin, Weidel’in emin olması gereken bir şey var ki, partisinin iktidar olması halinde, günün birinde kendisi ve partneri mutlaka hapishaneyi veya toplama kampını boylayacak. Tarih, bize bunun böyle olacağını söylüyor.
LGBTİ+ düşmanı, göçmen düşmanı, kadın düşmanı, iklim düşmanı, demokrasi düşmanı…
AfD sadece LGBTİ+ karşıtı bir nefret partisi değil; aynı zamanda göçmen düşmanı, kadın düşmanı, iklim değişikliğini reddeden, demokratik tüm kazanımlara gözünü dikmiş bir parti. Ancak toplumsal cinsiyet konusundaki politikaları, aslında Türkiye’de olduğu gibi, demokratik bir toplum için en büyük tehditlerden biri. Toplumun en küçük birimi olduğu iddia edilen “geleneksel” aile, erkek egemenliğine dayalı eşitsiz ve antidemokratik yapısıyla, çocukları ileride baba otoritesinin yerine devlet otoritesinin alacağı sisteme boyun eğecek şekilde yetiştiren, eşitsizlik ilişkilerini her gün yeniden ve yeniden üreten bir kurum. Bu kurumun bu şekliyle varlığını sürdürmesi, demokratik bir toplum hedefine ulaşılmasının önündeki en köklü engellerden biri.
Almanya Pazar günü yapılacak seçimlerde AfD’nin alacağı oy oranı, toplumun izleyeceği rotayı da önemli ölçüde belirleyecek: Patriyarkanın baskısıyla eşitsizliğin her gün yeniden üretileceği antidemokratik yol daha da güçlü bir şekilde mi izlenecek, yoksa toplumsal cinsiyet konusunda kısmen de olsa daha duyarlı partiler mi tercih edilecek? Ama ne olursa olsun, kesin olan bir şey var ki, o da toplumsal cinsiyet eşitliği konusunun seçim sandıklarında ya da meclis sıralarında değil, eşitlik ve özgürlük isteyen kadınların ve LGBTİ+’ların aşağıdan vereceği mücadeleyle çözüleceği. Şunu da söylemek gerekir ki, Almanya’da da, Türkiye’de de, ezilenler, kadınlar, LGBTİ+’lar, göçmenler, işçiler için 2025 “aile” ya da başka bir ismin yılı değil, mücadelenin yılı olacak.
Yorumlar (0)