Altındağ - Ankara’da Mülteci Çalışması - 2

Altındağ - Ankara’da Mülteci Çalışması - 2

Altındağ Mülteci Dayanışma Ağının 2019 yılı Ekim ayından bu yana yürüttüğü çalışmaları tanıtan yazının ikinci bölümünde devletin mültecilerin sorunlarına yaklaşımı eleştirilirken çoğunluğunu Afgan ailelerin oluşturduğu mülteci toplumunun hak mücadelesinde STK’ların rolü değerlendiriliyor.

Hakim anlayışın ne kadar yüzeysel ve ideolojik olduğunu (ideolojik alanın sınıflar arası mücadele alanı olduğu kadar sınıf üzerine de mücadele alanı olduğunu hatırlayarak), bir kriz olmadan “mülteci” olunmadığını, “mülteci” kavramına neden olan krizin uluslararası kapitalist sistemin ürünü olduğunu, T.C. devletinin krizin aktörlerinden olduğunu öğrendik. 

“Mültecilik”, milliyet, insan-vatandaş ilişkisi gibi ulus-devletin temel kategorilerini tartışmaya açarak, insanı vatandaşa eşitleyen, modern egemenliğin kurgusunu bozmakta. Bu yüzden devlet, mülteciliği iç güvenliğe tehdit olarak görerek kriminalize etmekte ve çözülecek değil, yönetilecek bir durum olarak algılamakta.

Sayıları 7 milyona yaklaşan (kimi kaynaklar 8-8,5 milyon arası olduğunu belirtmekte) mülteci nüfusunun büyük bir kesiminin en azından kısa sürede, ülkelerine dönemeyeceklerinin anlaşıldığı/kabul edildiği günümüzde, devlet “sosyal uyum” programları ile mültecileri sağlık, eğitim, çalışma ve mahalle yaşamına dahil etmeyi politika olarak belirliyor. 

Bu politikaların yaşama geçirilmesinde (özellikle uluslararası fonlar tarafından desteklenen) STK’ların büyük rolü bulunmakta.
Haklara erişimde temel aksaklıkların bilgisizlikten (hem mülteci bireylerin, hem de bu alanda çalışanların bilgisizliğinden) kaynaklandığını, istihdam alanında da beceri kazanılarak iş bulunabileceğini varsayan “sosyal uyum” programları, birçok (meslek edindirme kursları, kadınlara yönelik doğum kontrolü seminerleri, kadın hakları vb.) eğitim ve kurs faaliyetleri ile hukuk, sağlık, psikoloji gibi alanlarda danışmanlık verme faaliyetlerini birlikte yürütülürken, mültecilerle ilişki kurmanın en temel aracı olarak (ayni ve maddi) “yardım”ları kullanmakta.

“Mülteci krizi”, yerelde, yaşam ve üretim alanlarında çözülecek bir problem olarak görülmeli.

Yerelde gördüğümüz çeşitli ve fakat kendini tekrarlayan meslek edindirme kursları (özellikle kuaförlük ve terzilik kursları), Türkiye istihdamının niteliksizliği ortadayken, çalışma izni ve sendikalaşma hakkı olmadan “insanlık onuruna yakışır” bir istihdamı nasıl gerçekleştirebilir? Kadınlara yönelik yürütülen eğitim seminerleri (cinsellik, doğum kontrolü, kadın hakları) aile ve kadın-erkek ilişkilerinde kimliği bile olmayan kadınların yaşamını nasıl kolaylaştırabilir? Dini gelenekler ve bakış açısının aile ilişkileri ve yaşamı belirlediği bir toplumda tek başına seminerler nasıl faydalı olabilir?

STK’ların ya da kurumların yürüttüğü çalışmaların denetiminde (özellikle uluslararası fonlarla çalışan kurumlarda) niceliksel veriler ön plana çıkmakta. Kaç danışanın başvurduğu, kaç hassas vakanın kayıtlandığı, kaç çocuğun okula kaydedildiği, kaç ailenin kurslara kaydedildiği, kaç aileye yardım edildiği gibi sayılar çalışmanın başarısını ve faydasını belirlemekte. (Yazının başında sayılara boğmayalım derken biraz da bu yüzden dedik. Çünkü iletişime geçtiğimiz her aile hassas vaka, nasıl kategorize edebiliriz ki?) Okula kayıt oranı öne çıkarılırken, mülteci çocukların eğitimlerine devam etmemeleri gibi, çalışan mülteci nüfusun kayıtsız ve çok düşük ücretlere çalıştırıldığı gibi niteliksel değerlendirmeler göz ardı edilmekte (yaşamımızda da başarı-başarısızlık, doğru-yanlış gibi birçok kriter sadece niceliksel verilerle ölçülmüyor mu?)

Mülteci nüfusun yoğun olduğu kentlerde/ilçelerde “sosyal uyum” programlarının yürütülmesinde temel aktör olan STK’lar, temel haklara erişimi hedefleyen bir anlayış içinde olsalar bile, siyasetten koparılmış bir haklara ulaşma çabası, hakim anlayışa/ politikalara yardım etmekte. Kendileri yerelde bulunmazlarsa mülteci nüfusun haklara erişemeyeceğini düşünen, kendini “bilen” olarak tanımlayarak, sorunlarının çözümü için gelen aileleri “danışan” olarak tanımlayan, “dayanışma” yerine “yardım alan-yardım veren” ilişkilerini öne çıkaran bir anlayış/yaklaşım muhtaçlık hukukunu pekiştirmekte. (STK anlayışının, özelleştirme politikalarının yaşama geçmesi ile birlikte “sosyal devletin” boşalttığı hizmet alanlarının sermayeye açılmasının bir aracı olduğunu bazen unutuyoruz).

Ulus-devlet ile birlikte insanın, vatandaşa eşitlendiği, vatandaş olmayanın insandışılaştırıldığı ve “insan olmaktan kaynaklı haklardan” mahrum kılındığı günümüzde, sanırım var olanı tanımlayabilmek için şu soruyu sormamız gerekiyor. Yasalarda, mevzuatta yazılı olması, o haklara sahip olduğumuz anlamına geliyor mu? Aynı zamanda yazılı olanların uygulanmaması hak ihlali anlamına mı geliyor? Bu sorulara verilecek cevap önemli. Çünkü cevap evet ise, var olan haklara ulaşamamanın nedeni, bilgisizlik ve yeterli desteğin olmaması olarak tanımlayarak, bilgilendirme, eğitim faaliyetleri ve danışmanlık hizmetleri asli çalışma tarzı olmakta, (yerelde çalışan birçok kurum ve STK bu yaklaşımla çalışmakta ve birbirinin benzeri etkinlikler yürütmekte) “kriz”in nedenlerini ortadan kaldırmaya yönelik bir çalışma yerine, “kriz”in sonuçlarını hafifletmeyi, göz önünden kaldırmayı önlerine koymakta.

Devletin, vatandaş ve koruması altına girmiş tüm bireylerden oluşan toplum ile ilişkilerini düzenlemek için “hak temelli” bir sözleşme içine girmesi gerekir. Yani devlet bireylerin “insan olmaktan kaynaklı hakları” olduğunu kabul eder ve bu hakları uygular. Toplum ise bu hakları kabul eder ve uygulanmasını zorlar, denetler. Fakat günümüzde T.C. devleti ile toplum arasında kurulan sözleşmenin temelini “biat ve himaye” oluşturmakta. Devlet himaye etmek istemediği toplumsal kesimleri veya kendisine biat etmeyen kesimleri “insandışılaştırarak” haklardan mahrum bırakırken, toplum da bu kesimlerin “insandışılaştırılmasını” ve haklardan mahrum bırakılmasını kabul etmekte. Bu durum, tarafları (iktidar ve muhalefet ya da politik kimliklerle değil), “insan olmaktan kaynaklı hakları savunanlar” ile “savunmayanlar” olan bir “toplumsal krizi” tanımlamakta. Sınıfsal, politik, dinsel, cinsel, etnik birçok toplumsal kesimin haklardan mahrum edildiği bu kriz döneminde, mülteci toplumu da “toplumsal kriz”in bir alt başlığı olmakta, “mülteciliğe” neden olan kriz, yerinden edilen bu toplulukla gittiği ülkeye taşındığı için değil, var olan toplumsal kriz ortamına katıldığı için “mülteci krizi” ortaya çıkmakta. 

Toplumun çoğunluğunun, birçok kesimi çeşitli sıfatlarla “insandışılaştırılarak” haklardan mahrum olduğunu kabul ettiği bu dönemde, en tehlikeli ve korkutucu yan ise; “hak savunuculuğu”ndan yana taraf olması beklenen kesimlerin sessizliği, kayıtsızlığı veya haklardan yana taraf olmamaları. Bu olumsuz tavrın ortaya çıkmasına, hem mülteci krizinin toplumsal krizin alt başlığı olduğunun anlaşılamamasından hem de mülteci alanında yürütülen haklara ulaşma çalışmalarının siyasi içeriğinden koparılarak, insani yardıma indirgenmesi neden olmakta. “Hak” kavramı, sadece mevcut hukuk sistemi içinde adaletin yerine getirilmesini içermiyor. Aynı zamanda toplumsal adaleti de içeriyor.

Bu yüzden mülteci alanında yürütülecek hak temelli bir çalışma, “insan olmaktan kaynaklı hakları vardır” anlayışının toplum tarafından kabul edilmesini, hak temelli çalışan tüm örgütlülüklerin ortak bir çalışma yaratmasını önüne koymalıdır. (Mülteci çalışması da, diğer hak çalışmaları gibi hukuk, sağlık, eğitim, psikoloji, sosyal hizmet gibi çeşitli uzmanlık alanlarına ihtiyaç duyduğu için, ortak çalışmanın yaratılması çok önemli). Ve bu çalışmayı yaşama geçirebilmek için, ne yapmalı sorusu kadar (belki de daha önemli) nasıl yapmalı sorusunu cevaplayabilmek için ilk başta; mağduriyet ve muhtaçlığı temel alan, alan-veren hukukunu pekiştiren anlayışları merkezine koyan “insancıl” yaklaşımlar yerine, “insan olmaktan kaynaklı hakları” olduğu (statüsünü seçme hakkı, koşulsuz çalışma hakkı, anadilde eğitim hakkı, sağlıklı yaşama hakkı, güvenlik hakkı vb.) düşüncesini merkezine koyan politika ve yaklaşımlar üretilebilmeli.

“Mülteci krizi”, yerelde, yaşam ve üretim alanlarında çözülecek bir problem olarak görülmeli. Mülteci nüfusun büyük bir kısmı yerel yoksullarla bir arada yaşamakta ve sorunları ortak. Bu yüzden ne yapılacaksa yapılsın, iki toplumun sorunlarını bir arada tartışıp, çözüm önerilerini yaşama geçirecekleri örgütlenmeler oluşturulabilmeli. Hak savunuculuğu yapan ve “mülteci krizine” kayıtsız-tarafsız duran yapılar ile yerelde her iki toplumun oluşturduğu örgütlenmeleri bir araya getirecek “dayanışma ağları” geliştirilebilmeli.

2020 Ocak ayında Altındağ ilçesinde mülteci ve yerel toplumdan 20 ailenin, çeşitli kurum/dernek temsilcilerinin katılımıyla yapılan toplantıda, yaşanan sıkıntılar/problemler konuşulup, bir araya gelmenin kararı alınırken, kooperatif kurma fikri de ortak kabul gördü. Fakat salgın dönemi düşüncelerin yaşama geçmesini engelledi, ve sohbetlerle sınırlı bıraktı. 2020 Aralık ayında hem Ankara’da hak savunuculuğu yapan kurumların katılımıyla “mülteci dayanışma ağı”nın oluşması, hem de ilçede ailelerin taleplerinin artması ile beraber kooperatif çalışmalarını hızlandırdık.

Devletin ve çalışan kurumların/STK’ların yerel yoksullar ve mülteci toplumuna sadece muhtaçlık temelli yardım-destek politikaları/çalışmaları geliştirip yürütmesi yüzünden, her iki toplum kesiminin devlet ve kurumlarla bireysel yardım hukuku dışında ilişki kurmadığı günümüzde, ortak yaşamsal sorunlarının çözümleri için, haklarını elde etmek için bir araya gelmeleri gerektiğinin dile getirilmesi önemli bir adım. Yaşanan sıkıntılar ve talepler, bir kooperatifin nasıl çalışması gerektiği, ne tür faaliyetlere öncelik vermesi gibi sorular için aydınlatıcı olacaktır.

Yoksulluk, ilk göze çarpan ve tüm bireylerin altını çizdiği problem. Her iki toplumunda geçim kaynaklarının başında devlet yardımları gelmekte. İş bulmakta çok zorlanıyorlar. Çoğunluğu gündelik işlerde çalışıyor ve çok düşük ücret almaktalar. (Gündelik ücretleri 50-60 TL ve salgın döneminde çalıştıkları gün sayısı %50 azalmış durumda). Aynı işyerinde 1 yıldan fazla çalışan birey çok az. (Sohbetlerimizde aynı işyerinde 1 yıldan fazla çalışan 4 kişi tanıdık). Çalışan bireylerin ücretlerini alamaması en çok karşılaşılan problemlerden biri. Bu geçim sıkıntısı ailelerin, hem yaşadıkları konutların kötülüğüne hem de gündelik yaşamlarını sürdürebilmek için gerekli donanımın eksikliğine yol açmakta. Birçok ailenin yatak, mobilya, beyaz eşya ihtiyacı var, ama en önemli ihtiyaçları yiyecek, yakacak, giyecek gibi temel yaşamsal malzemeler. (Bizimle görüşen ailelerin büyük çoğunluğu açlık sınırında yaşamakta, kıyafetleri kış mevsimine uygun değil ve çoğu yakacak bulamamakta).

İstihdam ve ekonomi başlıklarında belki de hiç konuşulmayan konu, mülteci ailelerin hizmetlere ve ihtiyaçlara ulaşmaları için bir ekonominin/pazarın, bu alanlardan geçimini sağlayan muhasebecilerin, emlakçıların, avukatların belirleyiciliğinde bir kesimin oluşması. Mülteci toplumu ile bu kesim arasındaki ilişkileri, toplumun Türkçe bilen (Afgan toplumunda Özbekler, Suriye toplumunda ise Türkmenler) bireyleri sağlamakta. Mülteci toplumu iş yeri açmak (mülteci nüfusunun yoğun olduğu bölgelerde, mülteci bireylerin işlettiği market, fırın, berber, ikinci el eşya satan dükkanlar bulunmakta ve mülteci nüfus çoğunlukla buralarda alışveriş yapıyor), dava açmak, kurumlara başvurmak gibi, bütün hizmet ve haklara erişebilmek için bu kesimin talep ettiği ücretleri ödemek zorunda. İlginç olan ise talep edilen tavan-taban fiyatlarının Türkiye’nin her yerinde aynı olması (Örneğin işyeri açmak için muhasebeciler 2000 TL, emlakçılar 1500 TL istemekte, dilekçe yazmak 100- 150 TL, hukuki davalarda avukatlık ücreti 3000 TL). Konunun en tehlikeli yanı ise, bu pazarın büyüklüğü tam olarak ölçülemese de yaşananların ve ilişkilerin devletin bilgisi dahilinde olması.

Mülteci toplumu da çeşitli etnik kökenlerden oluşmakta. İlçede Afgan toplumu ağırlıkla Özbek, Tacik, Peştun az sayıda da Hazara kökenli bireylerden oluşmakta. Suriye ve Irak toplumu ise ağırlıkla Türkmen ve Kürt kökenli bireylerden oluşmakta. Yerel yoksullar ise ağırlıklı Roman ve Kürt kökenli bireyler. Mülteci aileler, hem akrabalarıyla, hem de ait oldukları etnisite ile birlikte topluluk halinde yaşayarak kendilerini güvende tutmak istiyorlar. (40 yıldır iç savaşın sürdüğü Afganistan’da etnik gruplar arası çatışmalar mülteci bireyler tarafından hatırlanmakta ve anlatılmakta). 

Özellikle Afgan toplumunda Özbek kökenli, Suriye ve Irak toplumunda da Türkmen kökenli bireyler kendilerini Türk olarak tanımlamaktalar, bu bireyler, sohbetlerimizin başında kendilerinin Afgan, Suriyeli veya Iraklı olmadıklarını belirtiyorlar ve sıkça Türk kökenli olduklarını dile getiriyorlar. Türkçe bilmeleri, devletin bu kesimlere yakınlığı, dernekler kurmaları sayesinde, mültecilerin haklara erişimi, iş bulmaları ve ihtiyaçların karşılanmasında aracılık işlevi yürütmekteler. (Özbeklerin Türkiye’ye gelişleri 1980’li yıllara kadar uzanıyor, Türkiye’de yaşayan, vatandaşlık almış Özbek ve Türkmen bulunmakta). Bu durum olumlu gibi gözükse de ciddi sıkıntılar barındırıyor. Çünkü tüm resmi ve özel işlemlerde, etki ve ilişkilerini kullanmada, kurumların verdiği yardımları dağıtmada soydaşlarına ve kendilerine yakın duran bireylere öncelik tanırken, mülteci ailelere yapılacak her türlü destek ve yardımda ücret talep etmekteler. (İlçede kurumların dağıtılması için verdiği yiyecek, kömür gibi yardımların bu gruplar tarafından mülteci ailelere para karşılığı satıldığına şahit olduk). Yerel toplum tarafından zaten dışlanan Kürt ve Roman kökenli bireyler, bir de mülteci olduklarında toplum içinde iyice izole olmaktalar. Birçok il ve ilçede Kürt ve Roman kökenli mültecilere iş verilmediğini, sosyal mekanlara alınmadıklarını, polisiye tedbirlerle baskı altında tutulduklarını gördük. Mültecilerin dil sorununa bir de toplumun negatif yaklaşımı eklendiğinde, içine kapanan, akraba ve yakın çevre ilişkileri dışına çıkamayan dar bir sosyal ortama hapsoldukları bir yaşam oluşmakta.

Aile içinde ülkelerini terk etme kararı alan, Türkiye’den ayrılmak istememekte direten çoğunlukla kadınlar, özellikle kız çocuğu olan kadınlar. Çocuklarının kendileri gibi bir hayat yaşamasını istemiyorlar. Çok genç yaşta (13-16), söz hakları olmadan, yaşça büyük erkeklerle evlendiriliyorlar, ilişki kurduğumuz ailelerde karı-koca yaş farkı on beşin üzerinde çok sayıda aile bulunmakta. Birbirini tanıyarak ve isteyerek evlenen sadece üç aile tanıdık. Bu aileler de akraba ve mahalle şiddeti yüzünden yaşadıkları yeri terk etmişler. Çok çocuklu olma hali, ailelerin nüfus planlaması ve gebelikten korunma konularında bilgisiz olmalarından değil, dini yaşam tarzının hakim olmasından kaynaklanıyor. (Hamilelik döneminde birlikte hastaneye gittiğimiz her kadın, bizden kocasının haberi olmadan gebelikten korunmak için tıbbi müdahale talep etti). Ailelerin çoğunluğu dini nikahlı olduğu için evlilik belgeleri yok, belgelerinin olmaması, mahkeme süreçlerinde hep yasal engel olarak karşılarına çıkıyor. Sürekli erkek şiddeti ve erkeklerin 2. eşle evlenmesi çok yaygın, bu yüzden çoğu kadın tek başlarına çocuklarıyla yaşamlarını sürdürmeye çalışıyor. Devlet kurumları ve STK’lar bu ailelere, tek seferlik ya da 6 ay, 1 yıl gibi belirli süre boyunca nakdi yardımda bulunuyor. 18-22 yaşında, çocuklarıyla tek başına yaşayan ve bizden yardım talebinde bulunan çok sayıda kadınla tanıştık. Aldıkları yardımlar kesildiğinde bu kadınların yaşamlarını sürdürmek için tek seçenekleri kendilerinden yaşça büyük erkeklerle evlenmeleri.

Kadın, genç ve çocuk nüfus için eğitim eksikliği, nitelik, beceri kazanamama, toplum yaşamına katılamama en çok konuşulan problemler. Aileler en çok çocuklarının kesintiye uğrayan eğitimlerini devam ettirebilmek için ülkelerini terk ettiklerini belirtmekte, özellikle kadınlar çocuklarının eğitimine önem veriyor. 

Çocuklarının eğitimine destek olunması için bizimle ilişkiye geçenler çoğunlukla kadınlar. Ama hem dil problemi, bilgisayar, internet gibi eksiklikler, hem de eğitim sisteminin aksaklıkları (kriz koşullarında ülkelerini terk etmiş ve tüm yaşamları alt-üst olmuş çocuklar kendilerini anlatmak, sosyal yaşamlarını oluşturmak isterken, var olan sistem onlardan derslerinde başarılı olmasını bekliyor), çocukların öğrenme sürecinde ciddi problemlere neden olmakta.

Ailelerle yapılan sohbetler ve gözlemlerden çıkarılan bu problemleri aşmak için oluşturulacak örgütlenme aracı, mülteci toplumun haklara erişimde karşılaştığı engelleri aşabilmeli, komşuluk ve mahalle ilişkilerini geliştirerek sosyal yaşamı nitelikleştirebilmeli, gelir getirici faaliyetlerde bulunarak refah düzeylerini geliştirebilmeli, kadınların, gençlerin ve çocukların gelişimlerine, eğitimlerine yardım edebilmeli. Bu yüzden hukuki anlamda kurulacak bir kooperatifin çatısı altında yukarıdaki hedeflerin yaşama geçirilmesinin daha kolay olacağı fikri herkes tarafından kabul gördü.

Bu hedeflerle kurulacak bir kooperatif için ilk ve en önemli adım, mülteci toplumunun ve yerel yoksulların birlikte “meclis”leşerek karar organı oluşturmaları.

“Kooperatif” sözcüğü hemen aklımıza üretim ve tüketim faaliyetlerini içeren, ekonomik temelli örgütlenmeleri getirmekte. Ama unutulmamalı ki, ekonomik olan yalnızca üretim ve tüketimden ibaret değil, çeşitli araçlarla, faaliyetlerle (ortak çamaşırhane, mutfak, atölyeler, etüd çalışmaları gibi) insanların refah düzeyinin geliştirilmesi de ekonomik katkıdır ve yaşam tarzlarında, standartlarında nitel bir değişim yaratılmasını sağlar. Bu yüzden günümüzde, kooperatifler, bir kamusallığı, müştereği (toprak, su, arsa, toplu taşıma gibi) temel alıp, bunları kullanarak etrafındaki yoksulluğu/yoksunluğu görmezden gelebilecekler için sığınaklar yaratabilmekte, mülteciler ve yerel yoksulların, sayılan problemlerinin çözümü için oluşturulacak bir kooperatif, örgütlü bireyleri ve alternatif kamusal alan yaratmayı hedeflemeli.

Bu hedeflerle kurulacak bir kooperatif için ilk ve en önemli adım, mülteci toplumunun ve yerel yoksulların birlikte “meclis”leşerek karar organı oluşturmaları. Ortak sorunların tartışılarak tanımlandığı ve çeşitli başlıklar altında (kadın, çocuk, eğitim, hukuk, sağlık, çamaşırhane, mutfak vb.) çözümlerin ve çalışmaların belirlendiği “meclis”in önünde zor bir görev daha bulunmakta; çalışmanın gerekli giderlerinin karşılanması için gelir getirici üretim faaliyetlerini ve bölüşümü tanımlayarak planlamalı. Bu faaliyetleri yürütebilmek için (uzmanlık desteği, resmi kurumlar tarafından muhatap alınması, toplumsal kabulün geliştirilmesi) kentte kurulacak bir “dayanışma ağı”na ihtiyaç var. Bu yüzden hak temelli kurumlar tarafından oluşturulacak “mülteci dayanışma ağı” da oluşturulacak mecliste yer alarak karar ve yürütme süreçlerine katılmalı.

Yazar Levent Ayaşlıoğlu
  • Paylaş

POPÜLER İÇERİK