Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya
Ankara Ağıdı…

Hiçbir şehre bu kadar öfkelenmedim. Bazen ağız dolusu isyan, küfür, söylenmeyecek sözler... Özür dilerim. Bir isyanın içimde oluşturduğu o hali dizginlemek için yazıyorum. Ve koca bir bozkır türküsü, uzun bir yol hali içinde Ankara’ya çarptığımdan olabilir. Cümlelerimin parça parça olmasından dolayı da affola. Cemal Süreyya’nın gözleriyle bakamadığım için yuh, havasında kalkıp oynayamadığım için yazıklar olsun belki bana. Bir cumhuriyet projesi olmasından mütevellit, projenin hayata geçirilmiş siyasi ‘yönetim merkezi’ dışında, kent ruhunun bir taşra kabuklaşması (taşra sıkıntısı, yeknesaklığı, daralması sonucu o bölgede bir süre sonra yara oluşur) yaşadığını hissediyorum. Bu boğulma hissi, doğuda uzun bir süre kalıp, bunu ‘zaman’la ilişkilendirip, sonradan yanlış cevaplar alınca düzeltilen bir his değil. İçinde zamanın da olduğu, mekanın da seninle beraber nefes aldığı, çevrendeki insanlarla birlikte bocaladığın bir yaşayamama hali bu.

Kapitalizm denen illetin taşraya akışı ile ortaya çıkan yamukluk daha bir sıkıntılı sanırım. Bir modern zamanlar gözaltısı yaşıyoruz ve buna karşı şehirlerde dinamik, yeni, sürekli olabilecek hülyalar lazım. Ankara’ya iki kere lazım. Bir cumhuriyet projesi olması münasebetiyle -ki bu şimdilerde demokrat muhafazakar iktidar belediyesi tarafından başka başka projelerle, başka şekillerde devam ettiriliyor -üzerinde bir planlamalar, çizimlemeler, sayılandırmalar, memurlaştırma, bir orta hallilik içinde ‘ işten eve evden işe ‘ durumu gibi, hem dışardan Ankara’ya bakanlar gözünde, hem de Ankaralı için, şehir bazı tanımlamalara hapsolmuş gibi. Böyle bir zihinsel şekillendirmeye izin vermiş şehrin kısa vadede değişeceğine dair umut da çok az. Dolmuşta sabah sabah dinlettirilen ve bir türlü bitmek bilmeyen “büklüm büklüm yollar”ın Kızılay, Ulus gibi Ankara deyince ilk akla gelen yerlerinde sadece büklüm değil eşik, kırık, kendi kaderine bırakılmış yollar olması; bir kent misyonu/ vizyonu olmadığından mütevellit sadece Artvinliler Günü, Kayserililer Gecesi diyerek kendi dışında başka kentler tanıtma hastalığına yakalanması bu yeisin çok basit örnekleri.

Sadece denizi eksik olsaydı bu kadar KARA yazmazdım belki! Ankara en çok kendisine yabancı bir şehir. Kendisinden kaçırılmış, kendi bilgisinden, kendi tarihi, kendi bakış açısından. Ankara yeni başlayanlar için ‘yapılmış bir şehir’ -en çok taştan. Ruhu da biraz bundan dolayı belki… Memuruna karşı mesafeli durması belletilmiş servis yetkilisi gibi Ankara, yeni bir ilişkiye kendini hiç hazır hissetmeyen bir sevgili adayı gibi. Gizlice bir şeyler biriktiriyor sanki Ankara. Belki sadece tek bir bilgiyi biriktiriyor. Ankara’ya yeni başlayanlar da biliyor, eski başlamışlar da; Ankara’da yeniden başlaması gereken bir şeylerin olduğunu. Belki de hepimiz biliyoruz malum; tohum, içerisinde ağaç olmamanın bilgisini de taşır! Yeni başladığım Ankara…

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış