Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara’da Kent Gezilerimiz ve Kentsel Dönüşüm Mahalleri

Ankara’da Kent Gezilerimiz ve Kentsel Dönüşüm Mahalleri

Birçoğumuz yaşadığı ortamı seçerek orada bulunmuyor. Büyük ölçüde tesadü$erin belirlediği yerlerde yaşamımızı sürdürüyoruz. Nerede yaşadığımız ve neden orada yaşadığımız sorusunu kendimize cidden soracak olursak ve buna kendimizce samimi ve açıklayıcı bir yanıt oluşturmak istersek, o zaman başka bir durumla karşı karşıya gelmiş olmaktan kurtulamıyoruz. Orada yaşıyor olmanın insana yüklediği sorumluluklar olmalı. Etrafımızdaki birçok şeyin bu kadar hızla değiştiği bir yerde neyin bize ait ve beraberliğimizi sürdürmek istediğimiz, değişmesine /değiştirilmesine razı olmayacağımız, neyin ise değişmesine olumlu bakacağımız, neyin değişmesini özellikle isteyeceğimiz ve değiştirmeye çalışacağımız konusunda, etkin bireyler olmak isteyeceğimiz sorularıyla karşılaşmaya başlarız.

 Bu konularla ilgili merakları ortaklaşan kimi arkadaşlarla yaptığımız Ankara Kent Gezileri’nde, kentin muhtelif tarihsel dönemlerine dair mekanları görüp, bazen de bugün yalnızca yerlerini tahayyül edebildiğimiz ama kendilerini göremediğimiz yerleri ziyaret ederek, kentimizdeki eski yaşamları ve bugüne uzanan izlerini anlamaya çalışıyoruz.

En hızla farkedilen o ki, tüm kentler gibi Ankara da hızla değişiyor. Bu değişikliği birçok boyutta hissetmek mümkün: Sürekli olarak nüfus artıyor, demek ki kent yeni hemşehrilere mekan oluyor; artan nüfusu barındıracak yeni mahaller oluşuyor; kent sakinleri ve mekanları bakımından karakter değiştiriyor, çünkü kentin hemşehrilerinin ihtiyaçları, talepleri, kamusal paylaşım tarzları değişiyor. Devletin kente ilişkin niyetleri, planları da kimi zaman bu değişimlere paralel olarak kimi zaman da başka kanallardan yürüyor. 1950’lerin sonlarında başlayan büyük kentlere doğru büyük göçten Ankara da nasibini almış, hatta fazlasıyla almış. İlk gelenlerin oluşturdukları yaşamaya elverişli altyapısı, kanalizasyonu, suyu, ısınma gereçleri, bakkalı, yolu, ulaşım araçları olmayan mahallelerin çoğu bugün kent merkezi denebilecek yerler haline gelmiş durumda. Hızla büyüyen kentteki işgücü ihtiyacını karşılayan bu hemşehrilerimiz, kent merkezine fazla yaklaşmadan, ona fazlaca müdahale etmeden, biraz utangaç bir şekilde yeni hemşehrilerimiz olmuşlardı.

Daha sonra, ikinci göç dalgası ile gelenler ise daha önce gelenleri kentin merkezine doğru iterek, kendilerine yer açmaya çalışıyordu. Önceki dalgayla gelenler merkeze doğru ilerlerken, merkezdekileri de kent çeperlerinde oluşan “soylu/ seçkin” bölgelere itiyor, diğer yandan kentin kültürel ve kamusal taleplerinde belirleyici olmaya başlıyorlardı. Son gelenler eskiler gibi kumar oynayarak gelmemişler, 80’lerde devlet ile varılan kliental (oy karşılığı tanınan ayrıcalık) anlaşmayla yerleşimlerinin sahibi de olabilmişlerdi. Yaşadıkları yerlerin konforu kent yaşamıyla uyumlu değildi, ulaşım imkanları çok iyi değildi ama beraber geldikleri hemşehrileri ile yeni hemşehrilik pratiklerini kendi mütevazi ortamlarında yaşayabiliyor, yaşam tarzlarını ve yönetilme şekline ilişkin taleplerini birlikte oluşturuyorlar ve kentin ilk hemşehrilerine oranla göreli olarak etkili de oluyorlardı. Kent çeperlerinde oluşan bu geleneksel yaşam adacıklarının, modern kentle oluşturduğu çelişki ve oraları dönüştürme konusunda yarattığı imkanlar, onların seçtikleri yönetimlerin iştahını öylesine kabartıyordu ki, artık memleketi daha öte imar etme şehveti durdurulamaz hale geldiğinde, “bir dakika bize de sorun” demenin mümkün olmadığı bir mecraya giriliyordu. Daha büyük ölçeklileri İstanbul’da yaşanan kentsel dönüşüm uygulamaları, ikibinlerin başlarında çıkarılan afet yasasının verdiği imkanlarla “halkı afet riskinden korumak” mazeretiyle hızla uygulamaya geçiyordu. Kent gezilerimizin son ikisini Solfasol’dan arkadaşlarımızla birlikte yaptık.

Bu gezilerde “kentsel dönüşüme maruz kalmış yerleri ve yeni hallerini görmek, orada yaşayan hemşehrilerimizle konuşmak, onların bu sürece ilişkin algısını öğrenmek, sürece ilişkin dirençlerini veya müsamahalarını, süreç karşısındaki pozisyonlarını anlamak ve ötesinde biz kentin göreli konforlu hemşehrileri ile dönüşüme maruz kalan hemşehrilerimiz arasında kurulabilecek ortak hemşehrilik bağının nereden geçebileceğini anlamaya çabalamak niyetindeydik. Gördüklerimizden ve bize aktarılanlardan anladık ki kentler, merkezi ve yerel yönetimlerce hoyratça dönüşüme maruz bırakılıyor. Şöyle ki:

1) Kentlinin hiçbir söz hakkı olmaksızın geliştirilmiş bir dönüşüm süreci zaten başlamış durumda,

2) Bu sürecin ana dinamiği, öyle hissediyoruz ki (ancak hissedebiliyoruz, çünkü idarelerden yurttaşa doğru bir bilgi aktarımı zaten yaşanmıyor ancak bu süreci başlatan inisiyatif; piyasanın dinamikleri içinde oluşmuş kenti yenileme, inşaat sektörünü sürdürme, büyük bir imar hareketini yürütme, büyük hayal gücü gerektiren projeler gerçekleştirme, vb rasyonellikten çok ihtiras, kar hırsı benzeri duyguların dürtüsüyle hareket ediyor olmalı) memleketi, bu özel durumda Ankara kentini, büyük ölçüde yeniden inşa ve imar etmek olarak görünüyor,

3) Dönüşümün ana doğrultusu, yani neden dönüşüme tabi tutulduğu, her ne kadar uygulanan yasa gereği deprem riski, yapı güvenliği, imarsız ve altyapısız yapılaşma vb olarak gerekçelendirilse de, kamusal bir meşruiyet taşımıyor,

 4) Devleti temsil eden kurumlar şeffaf ve açık davranmıyor, dolayısıyla dönüşüme maruz kalan halkla dürüst bir müzakere içine girmiyor,

 5) Sonunda, bir pazarlık sürecinde olduğunu bilen ve devletle yapılacak müzakere yöntem ve süreçleri ile ilgili büyük deneyimlere sahip halkımız da, kliental pazarlık gücünü sonuna kadar zorlayarak, uzlaşmazlık tutumunu olabildiğince sürdürerek, alabileceklerini maksimize etmeye çalışıyor,

 6) Kentin büyüme sürecinde, belediye ve merkezi yönetimce oluşturulan yeni kentsel mekanların sağladığı rantın, hemşehrilerin refahından çok yeni politik güç kaynaklarına akıtılmasının, gerçekleştirilen projelerde esas alındığı anlaşılıyor. Yeni müteahhitler, hazine arazilerinin yeni sahipleri vb...

7) Dönüştürülen yaşam ortamlarından göçmek zorunda kalan hemşehrilerimizi bekleyen diğer bir tehdit de kent merkezine alabildiğine uzaklarda, henüz nerede olduğu bile belli olmayan yerlerde, kendilerine gösterilecek yerleşimlerin kent merkezine uzaklığı dolayısıyla karşılaşabilecekleri ulaşım zorluğu ve maliyeti. Bu durumda orada yaşamaktansa, mülkünü ucuz fiyatlarla, oralarda bir birikim oluşturan yeni varlıklılara devretmesi.

Bir kentsel dönüşüm pratiği mutlaka böyle mi yaşanmalı sorusu akla gelebilir. Herhalde şart değil. Kent yönetimlerinin hemşehrilerine açık, piyasa mekanizmalarından etkilenmeden, kamusal faydayı öne çıkaran bir politika izlemesi imkansız mıdır acaba?

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış