Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara’da Yaya Olmak Zor İki Gözüm...

Seçimler yaklaşıyor. “Acaba hangi adaya oy versek?” sorusu sardı hepimizi. Birinden kurtulmak için, onun en güçlü rakibine mi oy versek? İdeolojik olarak kendimize yakın hissettiğimiz partinin adayına mı oy versek? Siyasetten şöyle bir uzaklaşıp, acaba hangisi kentimiz için becerikli, iyi işler yapabilir diye mi düşünsek? Neyse, bunları düşünürken, ben sanırım cevabımı buldum: “Ben her gün sokaklarda yaya olarak yürüyen adaya oyumu vereceğim.” Niye mi, şöyle anlatayım:

Ankara’da Yaya Olmak Zor İki Gözüm...

Bonn’da uluslararası bir toplantıya gitmiştim. Bonn o zamanlar Almanya’nın hala başkentiydi; ama başkentin Berlin’e taşınmasına karar verilmişti. Bonn’un kadın Belediye Başkanı, ev sahibi sıfatıyla, toplantının katılımcılarını eski belediye binasında bir akşamüstü düzenlediği resepsiyona davet etti. Resmi katılımcıların hemen hepsi davete icabet etmişti. Resepsiyon akşamın ilk saatlerinde son bulduğunda herkes ayrıldı ve eski belediye binasının bulunduğu yaya bölgesindeki meydanın çevresinde yer alan kafelere ve lokantalara dağıldı. Mevsim yaz olduğu için hava henüz kararmamıştı. Türkiye heyetinden arkadaşlarla ben de bir kafenin meydana yayılmış masalarından birine gidip oturmuştum. Bir süre sonra, Belediye Başkanı hanımın, yanında eşi ve pusetlerinde ikiz (muhtemelen) torunlarıyla- Başkan Hanım o kadar küçük çocukları olacak yaşta değildi- meydandan yaya olarak, geçti ve gitti. Yanında ne koruması, ne makam arabası, ne şoförü vardı. O zaman bizim belediye başkanları ile kıyasladım elimde olmadan. Bir yaya olarak sokaklarda gezerken, ne çok şeyin farkına varacağını; gözlemleyeceğini; kokusuyla, sesi ile algılayacağını düşündüm. O ikiz pusetini sürerken ne çok şey deneyimleme şansı olacağını...

 Sonra yaşadığım kenti, Ankara’yı düşündüm. Şehrimin sokaklarında yürürken şöyle bir Ankara hayal ettim: Kent, dalçıklarla bölünmemiş; istediğiniz caddede, bulvarda, hem zemin geçitlerden rahatça karşıdan karşıya geçebiliyorsunuz. Trafik ışıkları, araçlara göre değil, yayaların hızına göre ayarlanmış. Hemzemin geçitler bulunduğu için, kentin estetiği de üst geçitlerle bozulmamış.

Bebeğinizi arabasına bindirip, kaldırımlarda ve yollarda herhangi bir çukura, engele takılmadan, rahatça yürüyebilmektesiniz. Hatta tekerlekli sandalyede olsanız bile. Çünkü şehirlerde ulaşım, yayaların yaşamlarında en çok kullandıkları alanlara –okullara, hastanelere, parklara, iş yerlerine, alışveriş merkezlerine, vb- en kısa, en güvenli, en emniyetli ve en rahat şekilde ulaştırmak üzere halkın katılımıyla planlanmış. Yerleşimlerin yatırım gereksinimleri, şeffaf yöntemlerle belirlendiğinden; belediyeler, seçimlerde kaldırım müteahhitlerine borçlanarak seçim kazanmamakta; yolsuzluk neredeyse kalmadığından, her dört yılda bir, daha yapılırken kırılmaya başlayacak kadar kalitesiz kaldırım taşları döşenmemiş; onun yerine her yaştan her türlü yayanın neredeyse yüz yıl boyunca rahatça kullanabileceği sağlamlıkta, standart yükseklikte, düzgün kaldırımlar yapılmış. Hatta üzerine bastığınızda yerinden oynayarak altında biriken suyu üzerinize sıçratacak bir tane bile taş bulamıyorsunuz. Tabii bu arada yollar o kadar kaliteli tasarlanıp, asfaltlanmış ve yağmur suları o kadar iyi drene ediliyor ki, yağmurlu günlerde dahi yoldan geçen bir arabanın üzerinize su sıçratma olasılığı yok.

Belediye otobüsleri, duraklara dakikası dakikasına belirtilen saatlerde gelmekte; yolcuların insanca koşullarda ulaşımını sağlayacak şekilde konforlu ve güvenliler. Yaşlıların, engellilerin, bebekli annelerin ulaşımı için de gerek teknolojik, gerek organizasyonel düzenlemeler yapılmış. Otobüs şoförleri, insan hayatına ve sağlığına saygılılar. Herkes böylece toplu taşıma araçlarını kullanarak, zamanını daha iyi organize edebilmekte. Belediye otobüsleri o kadar organize ve rahat ki, dolmuşlara, onların ilkel şekilde balık istifi gibi insan taşımalarına; trafik kurallarını her dakika ihlal ederek herkesin sinirlerini yıpratmalarına; gereksiz korna seslerine; ciğerleri delen egzos dumanlarına; denetlenemez mafyöz ilişkilerine yer kalmamış. Şehir metro ağıyla örüldüğü için, zaten otobüslere de çok fazla yük kalmamış. Hızlı, güvenli ve çevre dostu bir ulaşım hayatı kolaylaştırmakta.

Belediyeler yaratacakları ranttan yararlanmak uğruna kottan kazanılmış daireler yaratmak yerine, her binaya kapalı otopark yapma zorunluluğu getirdiklerinden, artık sokaklar, bir kaç sıra park edilmiş araçlarla dolu değil; kaldırımlar, park eden araçlarla işgal edilmemiş. Bisikletler için ayrı yollar ve park yerleri tahsis edilmiş durumda. Vatandaşlar, yollarda hiç bir önlem alınmadan açık bırakılmış altyapı çukurlarına düşerek; mıcır döşenmiş yollarda kayarak; gereken uyarı işaretleri konmadığı için köprülerden uçarak ya da otoyollara ters yönden girerek ölmüyorlar. Bu hayallere dalmış yürürken, önüme birdenbire PTT’nin şehrimize kazandırdığı, kaldırımın tam ortasına yerleştirilmiş, -daha doğrusu gecekondu vari konduruluvermişyeni posta kutularından biri çıktı.

Tarihi kümbetlerden esinlenerek yapılmış bu devasa kutu beni bambaşka düşüncelere aldı götürdü: En son ne zaman zarflı ve pullu bir mektup atmıştım acaba? Hala böyle mektup, matbua gönderen kaç kişi kaldı acaba? Bu kutuyu doldurabilmek için kaç mektup atılması gerekir? Bu kutu hangi sıklıkta açılıyordur? Halkımın mektup yazıp, atma eğiliminde bir artış mı var ki, çocukluğumuzdakilerin neredeyse 5 katı büyüklükte bir posta kutusu konmuş?

Bu kadar dalgın yürürken olanlar oldu ve kaldırımın ortasına kadar uzanmış bir reklam panosuna toslayıverdim.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış