Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara’dan Ahmet Erhan Geçti

Ankara’dan Ahmet Erhan Geçti

80’lerde Ankara bir şairler kenti gibiydi. Yaşça ve yazdıkları kitaplarıyla bizden yukarıda olduklarından erişilmez gibi duran şairleri vardı kentin. Hasan Hüseyin mesela, Zafer Çarşısı civarında, aslan yelesi gibi saçlarıyla ve en heybetli haliyle dolaşırdı. Sonra ağabeyler vardı. Rahatça, ağız dolusu ‘abi’ dediklerimiz. Ahmet Telli, Ali Cengizkan, Şükrü Erbaş ve kuşkusuz Behçet Aysan.

Bir de adıyla, gönül rahatlığıyla seslenebildiğimiz akranlarımız vardı. Adnan Satıcı, Akif Kurtuluş, Gökhan Cengizkan, Salih Bolat, Ergül Çetin, Haydar Ergülen, daha birçok isim ve Ahmet Erhan. Ülkemizin, yaşadığımız şehirlerin, tüm sokaklarımızın bir yıkımdan artakaldığı o dönemde Ahmet Erhan’ın da aralarında olduğu 20’li yaşlarını süren pek çok genç, şiiri bir toplumsal araç yapmak için çabalıyordu. İnsanların yıkıntıların arasından çıkıp, öbek öbek bir araya gelmelerinde o dönemin şiirlerinin payı çok olmuştu.

Ardından, bu bir araya gelişlerin doğal sonucu da olarak, dergiler çıkmaya başladı. 1981 yılı başlarında çıktığını bildiğim Yeni Olgu ilklerdendi. Yönetim ve yazışma adresinin Yenimahalle Ragıp Tüzün Caddesi’nde olması nedeniyle bir ‘semt yayını’ denebilecek Yeni Olgu’da pek çok ilk şiir ve öykü yayımlanmıştı. Aynı dönemde, farklı bir kanaldan akıp gelen Bilim ve Sanat muhalif bir ses olarak yayımlanmaya başladı ve uzun yıllar dimdik durdu. Onun hemen ardından da, 1981 yılının Eylül ayında kendisini ‘gençlik ve edebiyat dergisi’ olarak tanımlayan YARIN’ın Ahmet Erhan’ın da yer aldığı ilk sayısı çıktı. 1980’li yılların pek çok şairine ‘yataklık’ eden ve yayın hayatını 10 yıl kadar sürdüren YARIN’ın öyküsünü henüz kimse yazmadı. Yalnızca, 2007 Nisan ayında Radikal Kitap’da Semih Gümüş’ün “Yarın’ın Öyküsünü Unutmak Zor” başlıklı yazısı yayımlandı. YARIN’ın ilk yazı işleri sorumlusu Semih Gümüş, derginin sımsıcak çıkış öyküsünü kısaca anlatıyordu. Yazısının bir yerinde, ‘YARIN’ı bundan sonra gidenlerle anacağımı biliyorum’ diyen Semih’e o yazıyı yazdıran da YARIN çevresinden Gürhan Uçkan ve Adnan Satıcı’nın zamansız ölümleri idi.

YARIN’ın yazılı öyküsü belki de hiç tamamlanmayacak ve her gidenle YARIN ile ilgili anılardan da bir parça gidecek. Ve Semih’in yazdığı gibi bundan sonra YARIN gidenlerle anılacak. Şimdi, ilk sayısında yer bulan Ahmet Erhan’ın gidişiyle anıldığı gibi. Bu nedenle, yeri gelmişken ve henüz fırsat varken YARIN’dan, Ahmet Erhan’dan ve hatta ‘ne ilgisi var’ demeden futboldan söz etmenin zamanıdır: Herkesin yeniden bir araya gelmeye çabaladığı o günlerde, Zafer Çarşısı’nın arka girişinde, Köşem Kıraathanesi’nde yan yana getirilen masalarda konuşulan YARIN’lar civar matbaalarda basılıyordu. Genç insanlar, taze baskının unutulmaz kokusunu soluyarak, bulabildikleri her mekanda paketledikleri YARIN’ları Mithatpaşa Postanesi’nden ülkenin dört bir tarafına savuruyordu. Dergiler yerlerine, bu arada 20’ye yakın da hapishaneye ulaştığında rahatlıyor, üçgen peynir ve simitlerimizle dönüyorduk Köşem Kıraathanesi’ne ve yeniden başlıyorduk.

Arada, Köşem Kıraathanesi’nin siyah beyaz ekranından da maçlara göz atıyorduk. Socrates’li Brezilya ile Dino Zo&’lu İtalya’nın kapıştığı dünya kupası olmalı. Uzak olduğundan mı, yoksa bize yakınlığından mı bilinmez, biz, hepimiz Brezilya’dan yana olup, hep Socrates’den goller bekliyorduk. Belki farkında değildik de, Metin Kurt’tan beri sakalı olan futbolcuyu daha çok seviyorduk. Akşam üzerlerinde de çıkıp şiiri arıyorduk. Herkes kendişiirinin şairiydi ve hepimiz şiirle yaşıyorduk sanki. Nedense, hep yel gibi geçiyorduk Kızılay’ın caddelerinden sokaklarından. Herkesin yalnız olduğu anlardan, küçük fısıltılarla konuşulan sessiz zamanlardan bir başka zamana geçilen anlardı. Bu büyülü geçiş zamanlarında ilk önce şairler çıkıyordu caddelere, sokaklara. 1981’de, henüz 23 yaşında iken Behçet Necatigil Şiir Ödülü’nü kazanan Ahmet Erhan da bayrağı en önde taşıyanlardandı. Sonra, YARIN’ın öyküsünü yapanlardan biri daha, Ahmet Erhan da gitti.

Ahmet Erhan’ın kamyonete yerleştirilen tabutunun üstüne gürültüyle kapandı demir kapı, sürgü de çekildiğinde ayrıldım Maltepe camisinden. Niyetim aradan geçen 30’u aşkın yılın ardından yine yel gibi geçmekti sokaklardan caddelerden. Belki, kim bilir bir şiir düşürmüştür Ahmet bir yerlerde, birkaç dize. Sağolsun biraz sarsaktı, sağına soluna dikkat edemezdi pek, durmadan bir şeyler düşürürdü. Futbolu da sallapati oynardı zaten. Topla oynarken, hep ‘ben aslında kralını bilirim bu işin’ der gibiydi. Anlardık, eski kulağı kesiklerden o, biliyor ama içinden yapmak gelmiyor, öylesine, bizim gönlümüz hoş olsun diye oynuyor. O asıl şiirin peşinde koşmak istiyordu ve koştu da, çok da süratli. Eski Ankara Lokantası’na inen yoldan geçtim, Hanımeli Sokak’tan. Soluk almaya devam ediyordu şehir. Soluk almaya devam edecek şehir, tüm yaşayanları ve kaybettikleri ile.

 

 

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış