Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara’nın Yerlisi Olmak

Bir yerin yerlisi olmak; nesiller boyu orada oturup gelenek ve göreneklerini yerleştirip ona göre yaşamaksa, çocukluğumun geçtiği Ulucanlar’daki Cenab-ı Ahmet Paşa Camisi’nin etrafına sıralanmış eski Ankara evlerinde, işte böyle bir hayat yaşanırdı.

Ankara’nın Yerlisi Olmak

Biz bir zamanlar orada, Uzunkavak ile Balcıoğlu sokaklarının kesiştiği yerdeki eski bir Ankara evinde otururduk. Bu ev sevgili Zeliha hanım teyze ile Salih bey amcanın evi idi. İki katlı kagir evin alt katında, bir oda bir sofadan ibaret küçük bir bölümünü bize kiraya vermişlerdi. Ev sahipleri; Rumeli’den, köklerinden koparılıp bozkırın ortasına savrulan anneme, bu hüzünlü göçmen geline ve ailesine, öyle bir kol kanat gerip, onları öyle bir bağırlarına bastılar ki, bizimle akraba gibi oldular. Zaten ben uzun süre onları gerçek anneannem-dedem sandım. Sevecen ve gönlü bol insanlardı. Hal ve vakitleri yerinde olduğu için üst kattaki mutfakları, tıka basa çuvallar içinde yiyecekle doluydu. Benim için orası bir masal dünyası idi. Çok kısıtlı imkanlarla yaşamaya çalıştığımızı bilen Zeliha teyzem beni mutfağa göndermenin çok zarif bir yolunu bulmuştu. “Nuran bebem, mutfak biraz kirlenmiş hadi çık da bir süpürüver...” der demez fırlayıp, merdivenleri bir solukta çıkıp masal dünyama dalar, yiyecek ve kuruyemişlerin arasında kendimi kaybederdim. İşin tuhafı o mutfak çok sık kirlenirdi ve ben çoğu zaman süpürmeyi de unuturdum. Evin, meyve ağaçları olan bir bahçesi ve bahçe içinde etrafına sıksıda çiçeklerinin dizildiği küçük bir havuzu vardı. Her öğleden sonra bahçe sulanıp süpürülür, ardından geçilen havuz başındaki çaylı çörekli sohbetler günlük bir alışkanlık haline gelmişti. Ben ise bu sırada bahçede en sevdiğim ağaç olan, hünnap ağacının tepesinde olurdum. Taze iğdeye benzeyen meyvelerini büyük bir iştahla atıştırırken; bir taraftan da aşağıdakilere birer mermi gibi fırlatarak muzırlık yapardım.

Bir seferinde ev sahiplerimiz bizi Aşağı Ayrancı’daki bağlarına götürmüşlerdi. Meyveli pek çok ağacın ve üzüm kütüklerinin arasında nereye bakacağımı şaşırmıştım. Üzüm salkımlarını kütüklerinde görünce “üzümleri dallara asmışlar anne!” diye hayretle bağırmıştım. Zeliha teyzem “Vıh bebem kütükte üzümü ilk mi görüyon” diye hüzünlenmişti. Bağdaki bütün meyvelerden toplayıp, büyük bir tepsinin içinde bizim önümüze koyduklarında; annem ev sahiplerinin de yemesi için “siz de buyrun...” diye teklifte bulunca “Biz künde yiyoz siz yin” demişlerdi de annem çok üzülüp alınmıştı. Sonraları bu deyişin hiçbir art niyet taşımadığını, tamamen bir samimiyet ifadesi olduğunu anlamış, hatta o da kullanmaya başlamıştı. Annem o kadar Ankaralı olmuştu ki birilerine kızdığı zaman tıpkı Ankaralılar gibi “Ciğerine bit düşesice” diye beddua bile ederdi.

Ankara da diğer bütün büyük şehirler gibi göç aldı ve dokusu biraz bozuldu ama ben o soylu, sevecen, görgülü ve Hacı Bayram felsefesini özümsemiş Ankaralıların çocuklarının, hala bir şekilde yaşadığına inanıyorum. Aksi halde Ankara bu kadar ağırbaşlı, görmüş geçirmiş ve dingin bir şehir olamazdı.

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış