Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ankara’nın Kızılay Tarafı

Ankara’nın Kızılay Tarafı

Bu fotoğrafın çekildiği yıllarda, sanırım Atatürk Bulvarı’nın ufka doğru yok olmaya başladığı yerde görülen son büyükçe bina eğer Belçika Büyükelçiliği ise, o hizada ve bulvara paralel, bir içerideki sokak olan Karanfil Sokak’ta, 1940’ların ortasında doğdum. Karanfil Sokak’ın Akay’a oldukça yakın ucunda, üç katlı bir “apartmanın” en alt katında…

Bu fotoğrafta yer alan her şeyi gördüm ve anımsıyorum. Ön planda görülen Kızılay binasının parkı. O yuvarlak havuz o kadar sığdı ki sanki biraz yağmur suyu birikmiş zannederdiniz. Daha sonraki yıllarda, fotoğraftaki iki beyaz bankın olduğu yere çok küçük bir kiosk yapılmıştı. Bir musluktan akan Kızılay maden sularını satıyordu sadece. En büyük numarası, cam bardakları yıkamak için kullandıkları küçücük bir aletti: Bardağı ağzı aşağı doğru kapadığınızda, bir fıskiye basınçlı su püskürterek bardağı yıkardı.
Karşıda görülen kuleli bina ise, geçen ay yazdığım "gökdelen"in yerinde daha önce bulunan bina. Buranın "Uybadin Evi" olduğunu biliyoruz. GMK Bulvarı boyunca kuleli birkaç bina daha var ve bugün de duruyorlar. Biri eskiden Macar Elçiliği olarak kullanılan ve sonra kebapçı olan ve sanırım artık boş duran sarı bina. Çaprazında, az ileride Tapu Kadastro Okulu olan kuleli bina var. Ankaralılar o yıllarda bu kuleli binaları çok sevmişler besbelli. Daha küçük kuleli binalardan Ulus'ta da var...
Uybadin Evi, benim anımsayabildiğim zamanlarda, Ankara Sular İdaresi olarak çalışıyordu. Büyüklerle birlikte su parası yatırmak için oraya gittiğimi, taş merdivenlerden çıktığımı, içerideki ahşap döşemeli, yüksek tavanlı ve sanki biraz küf kokan giriş holünü ve para yatırılan camlı gişeleri anımsıyorum.

Fotoğrafın belki de en ilginç yönlerinden biri, birbiriyle çelişen hiçbir şeyin olmaması. Bu kentte tartışma yok. Çözümler var ve bunlar görüldüğü gibi, son derece cömert bir biçimde kentlilere sunulmuş.

Fotoğrafta insanlar var ama neden bir tek araç bile görmüyoruz, bilmiyorum. En azından bir otobüs ya da troleybüs görebilsek ne kadar iyi olacaktı. Yayalar, belki bisikletliler, otobüsler veya bir Ulus-Bakanlıklar troleybüsü kalabalığı hoş olurdu. Belki fotoğrafın çekildiği saat nedeniyle böyle... Hiçbir taşıt aracı olmaması şaşırtıcı düzeyde ilginç.
Güvenpark'ı ve o dikdörtgen havuzun iki tarafındaki yarım ay biçimli mermer koltukları da yazıp betimlemeyi bitireceğim. Bu mermer oturma gruplarını gölgelemek için dikilmiş gülleri taşıyan zarif çardaklar vardı. Park, anıtın arkasında sanki sonsuza kadar uzayan bir genişliğin içinde gibi görünüyor, henüz ağaçlandırılmamış. Daha sonraki yıllarda, MEB binası yapılmadan, o parseli de içerecek kadar geniş, çiçekli bitkiler, ağaç ve çalılarla dolu hale gelecek.

Modern, sorunsuz, steril, kontrol altında

Bu satırları geçmiş güzellemesi için değil, kentin o yıllarda nasıl bir yaşam biçimine, nasıl mekanlara ve kentsel özelliklere sahip olduğuna dair, düşünebilme-anlayabilme egzersizi olması amacıyla yazıyorum.
Fotoğrafta geometri ve düzen görüyoruz. Çünkü kent planlanmış ve tasarıma göre gerçekleştirilmiş; fotoğraftaki kent parçası da aynı öngörülere göre yaşıyor. Bugünkü Ankara'nın tam tersi bir işleyiş bu. İhtiyaç duyulan projelerin sancısı çekileceğine, bu ihtiyaçlar öngörülmüş ve kent için tasarlanmış. Bu bir planlama anlayışı. Ankara, bu fotoğrafın çekildiği yıllarda ve belki sonraki birkaç on yıl boyunca, kentlilerle (gecekondulular ve gecekondu hariç) bu ilişki düzeneği içinde gelişti.
II. Dünya Savaşı'nın bitmesiyle, kırdan Ankara'ya doğru, düşük bir tempoda başlayan ve giderek hızlanarak gelen göç, Ankara'nın bu fotoğrafta gördüğümüz modernle ilişki biçimini, tamamen değiştirdi. Ama bu yıllarda ve bu fotoğrafta gözükmediği için, gecekondu olgusunu şimdilik bir yana bırakarak tekrar fotoğrafa dönelim.
Fotoğrafın belki de en ilginç yönlerinden biri, birbiriyle çelişen hiçbir şeyin olmaması. Bu kentte tartışma yok. Çözümler var ve bunlar görüldüğü gibi, son derece cömert bir biçimde kentlilere sunulmuş. Hiçbir modern insan, hiçbir plancı, elbette yarattığı çevrede herhangi bir çelişkinin olmasını istemez. Kentlerde bize çelişkileri, karşıtlıkları, farklılıkları, kışkırtmaları düşündüren, kaotik ortamın, birbirinin işlevini ya da sağladığı yararı, konforu bozan, işlemez hale getiren durumların görünür olmasıdır.
Oysa bu fotoğraf, bir ütü masasından çıkmış kadar düzgün ve pürüzsüz bir kent mekanını ve kentsel yaşamı gösteriyor. Bu fotoğrafta, her plancının görmek isteyebileceği bir manzaranın göründüğünü biliyorum. Hatta bu fotoğraf bana bazı Sovyet kentlerinin, o geniş ve ağaçlıklı bulvarları ile geniş parkları olan peyzajını anımsatıyor. Bu kadar modern, bu kadar sorunsuz, bu kadar steril ve dolayısıyla, öyle olabilsin diye bu kadar çok kontrol edilmiş bir kentsel yaşam, o kentin sakinlerine ne düşündürür acaba?

Uybadin Evi, benim anımsayabildiğim zamanlarda, Ankara Sular İdaresi olarak çalışıyordu. Büyüklerle birlikte su parası yatırmak için oraya gittiğimi, taş merdivenlerden çıktığımı, içerideki ahşap döşemeli, yüksek tavanlı ve sanki biraz küf kokan giriş holünü ve para yatırılan camlı gişeleri anımsıyorum.

Dediğim gibi, bu kentte doğdum ve yaşadım, bu nedenle, sorduğum sorunun yanıtını biliyorum. Ailem, Ankara kadar modern, yaşaması kolay ve sorunsuz bir kentte bulunmaktan ötürü çok mutluydu. Göç başlamadan önce, Ankara tam bir orta sınıf kentiydi. Orta sınıfı oluşturanların büyük çoğunluğu, kamuda çalışan siviller ve askerlerdi. Esnaf, tüccar ve diğer işlerde çalışanların oranı ne olursa olsun, kentin kültürünü kuranlar, kamuda çalışan orta sınıflardı.

İşçi sınıfı, daha yoksullar ya da sermaye sahipleri ve oldukça üst gelir grubunda olanlar da vardı elbette. Ama kentsel yaşamın tek tip değilse bile çeşitlilikler barındırmaktan uzak, birbirine oldukça yakın bakış açıları, duyarlılıkları ve gündelik rutinleri olan kişiler eliyle kurulmuş olduğunu söylemek, sanırım yanlış olmaz. Eğer fotoğraf Kızılay'dan değil de, Ulus'tan ve gündelik yaşamın gerçeğini aldatmacasız bir biçimde gösterecek bir açıdan çekilmiş olsaydı, Ankara için aynı şeyleri söyleyemeyecektim kuşkusuz.
O zaman kentin geçmiş kişiliğinden getirdiği bazı ögeler; biraz yoksulluk, kullananların alışkanlıklarının düzenlediği mekansal özellikler ve toplumsal yapıdaki çeşitlenme görülebilirdi belki. Çarşı, sinemalar, gece kulüpleri, kalabalık, hafif karmaşa ve düzensizliklerin görüldüğü bir fotoğraf Ulus'un gerçeğini yansıtsa da, Ankara'da egemen olan politik ve ideolojik atmosferi yansıtmıyor olurdu. Oysa Kızılay fotoğrafı, tam da bunu yansıtıyor.
Evet, bu fotoğraf, planlı, tasarlanmış, tertemiz ve yaşaması kolay, kentlilerin her gereksinimini düşünen ve yanıtlayan, çelişki barındırmayan, modern, güvenli (parkı bile var!) orta sınıf bürokratlar için yaratılmış bir kentin fotoğrafı. Daha ne isteyebiliriz, değil mi?
Peki ya, her kafadan farklı bir sesin çıktığı demokratik karmaşalar? Tek tip standartların dışında, farklı renklerin oluşturduğu düğümler?
Şimdi burada barışçıl bir karmaşanın ve çeşitliliğin daha gerçek bir kent fotoğrafı oluşturacağını söyleyecek olsam modernite, kent plancılığı, her şeyin kontrol altında olduğu bir güvenlik anlayışı vb. açısından tam bir ihanet içindeymiş gibi görünebilirim.
Bu tartışmayı tek başıma sürüklemeyeceğim. Ama beni eleştirecek olanların düşüncelerini merak ve büyük bir isteklilikle bekliyor olacağım.

Yazar Akın Atauz

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış