Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Aydın Kahya ile Ankara ve Caz Üzerine...

Sesine son derece hakim, kendine has vokal ve giyim tarzı olan, farklı bir müzisyen... Şarkı söylerken, birlikte çaldığı müzisyenlerle ve dinleyici ile sıcacık ilişkisi, arada bir istediği şekle soktuğu şapkası, taburede oturuşu, mikrofonu tutuşu... Her şeyiyle renkli bir insan ve iyi bir eğitimci... Hikayesi mutlaka Solfasol Gazetesi sayfalarında olmalıydı; çünkü doğma büyüme bir Ankaralı...

Aydın Kahya ile Ankara ve Caz Üzerine...

Tanju Okan, Neco gibi müzisyenlerle aynı dönemden, "dünyaya çok farklı bakan bir kuşaktan" diye tanımladığı ve ondan bahsederken gözlerinden gurur okuduğum bir babanın, Turgay Kahya’nın oğlu o... Yaşıtları sokakta top oynarken; müzik dinleyen, kulağında Nat King Cole olmadan uyuyamayan bir çocukmuş Aydın Kahya. İlkokulun hemen ardından konservatuara verilmiş. "Verdiler ama, veren pişman, alan pişman!" diyor gülerek. Örf ve adetlerine son derece bağlı bir okul olan Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı'nda 10 yıllık bir konservatuar macerası...

"Klasik müzik terbiyesi tüm dünyaca kabul edilmiş bir okul, ama giren çocuktaki terbiye o değil. Onun kafasında hep caz!” İlk önce piyano bölümüne girmiş. "Piyano beni çok sevdi ama ben onu bir türlü sevemedim." diyor Kahya. "Belki de verilmesi gereken emekten korktum, bilemiyorum. İkinci üçüncü yılımda trombon bölümüne geçiş yaptım. Trombon bana daha caz enstrümanı gibi geliyordu. Piyano da öyle ama belki klasik müzikle paylaşılan bir enstrüman olduğu için böyle bir tercih yaptım. İnsan sesine en yakın enstrümanın trombon olması ve kimi zaman da solist olması beni ona itti."

O dönem konservatuarda bulunabilecek en kıymetli hocalarla çalışmış Kahya.

"Trombona geçtikten sonra Prof. İlhan Baran ile solfej ve kontrpuan çalıştım. İstemihan Taviloğlu, Ertuğ Bayraktar, Ertürk Korkmaz... Bunlar çok önemli hocalardı. Enstrümanımız dışında, çok kuvvetli teorik eğitim aldık. Şansımızdı o hocalar."

Fakat o dönem o mikrop devamlı tırmalıyormuş Aydın Kahya'yı. Caz müzikle uğraşmanın yasak olduğu bir okulda gizli gizli caz çalmaya/söylemeye devam etmiş.

"Enteresan ama belki de haklıydılar. Kafalar çok karışıktı ülkede. Otelde şarkı söyleyen herhangi biri de bir cazcı ile karıştırılabiliyordu. Şu an anlayabildiğim kadarıyla hocalar piyasacı ve akademisyenlikten uzak müzisyenler yetiştirmek istemiyorlardı ve doğruyu beklemişlerdi. Şimdi eğitmen kimliğimle baktığımda daha iyi anlayabiliyor ve hak veriyorum."

Onu caz müziğe yönlendiren hocalarının başında Prof. İlhan Baran geliyormuş.

“Dikte dersimizde Bill Evans şarkıları çalardı ve biz onları dikte etmeye çalışırdık. Çok ileri görüşlü bir insandı. Zaten en büyük davası da klasik müzikle caz müziğin birbirinin devamı müzik dalları olduğuydu. Ben de aynı şekilde düşünüyorum."

İstanbul’a gitmeden önce, Ankara'da sahne aldığı mekanlar arasında en önemlileri Manhattan ve Replik Bar'mış. "Her iki tarafta da caz müziği sunabileceğiniz ve dinletebileceğiniz bir topluluk bulma şansınız yüksekti." diyor Kahya.

Aklıma gelen ilk soru şu oluyor haliyle: "Madem müzisyenler burada yetişmiş, çalabilecekleri mekanlar ve o mekanları dolduran caz meraklıları da varmış, neden bir bir İstanbul’a gitmişler?" Kahya'nın cevabı basit.

"İlerlemeyi, araştırmayı seven insanların sınırlarını genişletemediği bir şehir olarak kaldı Ankara. Hareketin olduğu yeri sever sanat insanları. Burada hep aynı insanlar, hep aynı mekanlar... İstanbul sadece kendi güzelliği ile değil, dünyaya açılmaya izin veren yapısıyla da çekiciydi. Yurt dışındaki festivallere gidebildik, diğer ülke müzisyenleri ile tanışabilme şansı bulduk." Şimdiki Ankara içinse çok umutlu konuşmuyor maalesef. "Eski Ankara çok keyifli bir yerdi. Birçok şeye zorla ulaşabiliyorduk ama şimdi anlıyorum ki, bu yokluk ve öğrenme açlığı sayesinde her şey daha kıymetli oluyordu ve daha çok emek veriyorduk. Şu anda insanların hayal bile edemeyeceği durumlar vardı. Örneğin pavyonlar yedi-sekiz kişiden aşağı orkestrayı sahneye çıkartmazdı. Çok kaliteli parçalar çalınırdı oralarda. Pavyon patronları melodi çalamayan orkestrayı işe almazdı. Feyman Kulüp... Ritim 71, Ritim 68 Orkestraları... Yazılı orkestrasyon partilerden nota okuyabilen orkestralar... Her hafta başka bir milletten başka gruplar gelirdi ve onlara
eşlik edebilecek, davul, nefesli notalarını okuyabilecek kapasitede bir orkestra olması gerekiyordu. Öyle bir Ankara, öyle bir Türkiye'ydi. Şimdi Erol Pekcan, Tuna Ötenel, Süheyl Denizci kayıtlarını dinlediğimizde ne kadar ileri bir sanatta uğraştıklarını görüyoruz. Eski pop parçaları da öyle... Örneğin Özdemir Erdoğan dinlediğimizde duyduklarımız, bildiğimiz Quincy Jones düzenlemeleri..."

İster istemez konumuz yeni kuşağa geliyor. Babasının kuşağını da iyi tanıdığı için, onların müziğe, sahneye, seyirciye verdikleri kıymete birebir şahit olduğu için, her şeyin çok çabuk tüketildiğinden yakınıyor.

"Her şey sanki çok yeni yapılıyormuş gibi düşünüyorlar. İnsanlar internette herhangi bir tuşa basıp her şeyi öğrenebileceğini düşünüyor ama öyle değil. Geçmiş kuşakta bu işe önem vermiş çok özel insanlar vardı.

O insanların sahneye çıktıklarında aldıkları keyfi, yeni kuşağın alma gibi bir şansı yok. Çünkü öyle bir kültürü yok, yaşanmışlığı yok, kıymet bilgisi yok. Öyle olduğu içinde melodileri çok robot gibi geliyor bana. Yaşanmışlık özellikle çok önemli sanatta... Duyguları ifade edebilmenin tek yolu sanat; ve caz en büyük özgürlük alanı... Eskiden bu benim için bir savaştı. Sonradan, kendime ait yaşamımla barışabildiğim
tek iş, meslek haline geldi. Savaş olmaktan çıktı.
Savaş derken doğruları ve yanlışları görüyorsunuz ve birşeylerin doğru yürümesine çabalamak istiyorsunuz. Ama her şey o kadar dağıldı ve düğün çorbasına döndü ki, artık doğruları konuşmanın ve peşinde koşmanın anlamının kalmadığı bir dönem yaşıyoruz. Her şey çok karıştırıldı. Caz festivallerinde, caz kulüplerinde caz müzikle alakası bile olmayan, adına caz denilen enteresan müzikler duymaya başladık.

İşin kötü tarafı organizatörler de bunun farkında...

Eskiden böyle şeylerle uğraştığımızda büyüklerimizden azar işitirdik. Şimdi durum daha demokratik(!) ; ne işe yarıyorsa..."

Okul bittikten hemen sonra gittiği İstanbul’u büyük bir sevgiyle anlatıyor.

"İstanbul’a gezmeye gitmeyeceksin, orada yaşayacaksın. İlk bir sene size faturalarını ödetir, ama o bir seneden sonra güzel yüzünü öyle bir sunar ki; Aşık olursun..."

İstanbul’da o yıllarda caz müziğin gelişmesinde önemli rol oynayan yeni kuşak müzisyenler arasındaymış Kahya.

"Sibel Köse, ben,Melis Sökmen, Ajlan Büyükburç, Cem Aksel, Önder Focan, Baki Duyarlar ve Gürol Ağırbaş'tan oluşan küçük bir topluluk vardı. Bu müzisyenlerin programları Gramofon Kulüp’te olurdu. Oranın kapanacağını duyduğumuz anda, Önder Focan'la, sonradan adı Nardis olacak, caz kulübü için eski bir fırına gidip baktığımızı hatırlıyorum. Nardis'te ilk çalanlar da yine Önder Focan, ben, Sibel Köse ve Ajlan Büyükburç idi. Beraber yaptığımız, Blue Note'dan çıkan ilk Türkçe albüm olan ve tamamı Önder Focan bestelerinden oluşan Vocalists adında bir de albümümüz var. Nardis'ten önce Istanblues adlı önemli bir mekan daha vardı. Caza ve müzisyenlere değer veren bir işletmecisi vardı ama Nardis en kalıcı olan oldu. İşletmecinin müzisyen ve özellikle de bizlerin içinden gelen bir insan olması, herkesin sıkıntılarını ve hatta özel hayatlarını bilen biri olarak kulüp açıp, o kulübü besleyecek malzeme ile ilgili genel fikrinin oldukça yüksek olması Nardis'in ayakta kalmasını sağladı. Şunu da eklemek isterim, o dönem bu müzikte arka planda kalmış, bu işe emek vermiş ve ilerlemesini sağlamış kahramanlar da vardı: Can Ayar, Kent Mete, Yahya Dai, Volkan Öktem, Gürol Ağırbaş bunlardan bazıları... Memlekette sanat adına bir şeyler ilerletilebildiyse, eski kuşaktan devralınıp bir şeyler yürütülebildiyse sadece Ankara'nın değil, özellikle Hacettepe Üniversitesi Devlet Konservatuarı’nın sayesindedir. Gelenek ve göreneklere bağlı kalıcılığı, özgürlüğe duyulan açlığı kuvvetlendirmiştir. Çok araştırıcı, kendini ilerletmeyi seven bir kuşak ortaya çıkmıştır."

Son dönemde eğitimli birçok caz müzisyeninin olmasının Türkiye'deki caz müziğe etkisi konusundaki görüşlerini merak ediyorum.

"Teorik bilginin kuvvetlenmesiyle ilgili bir atılım olduğunu kabul ediyorum. Ama tadı ve ruhaniyeti anlamında çok büyük bir adım görmüyorum. Cazın bir ağacı vardır. Kökü ve dalları, tarihi... Tarzların çıkışları, meydana gelişleri... Her şey birbirine o kadar ahlaklı ve etik olarak bağlı ve güzel olarak gelişmiştir ki, iş saçma bir yere varmamıştır. Fakat bizdeki ağaç dalları filizlenmeler kurumuş dallardan olduğu için büyük kopukluklar var. Bunlardan en önemlisi tarz ve stille ilgili... Neye yönleneceğini bilmeden teorik kısmı ile daha çok ilgilenmekteler. Fakat ruhani kısmı daha önemlidir aslında. Bunlar akademide öğrenilecek şeyler değildir. Belki sözlerimi yanlış anlayıp, sert olarak algılayabilirler. Ama ben bir caz kulübüne gittiğimde "şubidap" olmadan baştan sona bir
şarkı dinleyebilmek istiyorum. Caz vokalde scat son derece önemlidir, ama ulaşılması gereken bitiş çizgisi değildir. İşlenilir ve geçilir. Bu biraz da Ella Fitzgerald hayranlığından gelen bir durum galiba. Bir yerden bir terbiye ve ahlakla ya da bir ruhaniyetle gelmediğiniz zaman elinize yüzünüze bulaştırıyorsunuz. Şu anki sıkıntı biraz bununla ilgili... Kalabalık bir topluluk olmasından memnunum ama yine de bilgili bir azınlığı, cahil bir kalabalığa tercih ederim. Biz azınlıktık ama bilgiliydik. Ama tabi ki bu bir gelişim süreci.

Bir takım yanlışlıklar zamanla düzelecektir elbette. Neticede, tüm bunların yanı sıra öyle güzel bir genç kuşak var ki, öyle keyifli şeylerle uğraşıyorlar ki; bu çok hoş. Festivallerde konser izlemek için yer bulunmuyor. Eskiden hayaldi böyle şeyler..."

İstanbul’dan Ankara'ya annesinin rahatsızlanması nedeniyle 1999'da dönmüş. Bir yandan en güzel döneminde buraya döndüğünü söylüyor ama bir yandan da gelir gelmez Ankara'da kapılar açılmış önüne.

"Çok kıymetli hocam Erol Erdinç beni aradı. Caz Anasanat Dalı da yeni kuruluyordu Hacettepe'de. Bir tane Caz Vokal öğrencisi var ama Caz Vokal hocası yok. Böylece çalışmaya başladım ve bırakamadım tabi ki. Türkiye'de devlete bağlı caz müziği ana bilim dalı olan ilk ve tek üniversite Hacettepe’dir. Çok yeniyiz. Tabi ki kurumumuz henüz emekleyen bir bebek. Her şeyin çok iyi olmasını bekleyemeyiz. Ama kanımca
çok iyi olmasındansa sıralı ve doğru gidiyor olması önemli.”

Bütün bu koşullar ona 2009'da kesin dönüş yaptırmış.

Müziği bir yana bırakabilirsek, Ankara için düşünüyor peki? "Müzik dışında her şeyi düşünebiliyorum ama müzik düşünemiyorum bu şehirde. Zaten sorunda o." diyor gülerek."Ben doğma büyüme Ankaralıyım. Doğduğum sokaklar çok güzeldi. Hala güzel, ama her şehirde olduğu gibi, bu şehrin de kendi insanları kalmadı. Göçten dolayı, etrafta çok az Ankaralı görüyorum artık. Şehrin kendi yetiştirdiği insanlarla ilgili tadı ancak o insanlarda bulabilirsiniz. O insanları suçlamıyorum tabi ki, ama aradığım o tat yok."

Müzik dışında ilgilendiği şeylerin yine cazla ilgisi var... "Amerikan arabalarına merakım var. Sanayide tanıdığım ustalar vardır. Onlara giderim. Kulüplere gider, eski arabalara bakarım. Cazla da bir bütündür aslında. Bir smokin, bir Amerikan arabası ve güzel bir kadın caz için olması gereken elementlerdir.

Bir de model uçak sevdam var, THK'nın hafta sonu çalışmalarını izlemeye giderim. Sinema, özellikle de çizgi sinema tutkunuyum.”

2003'te Osman Tan Erkır'ın yapımcılığı ve sunuculuğunu yaptığı, henüz şu anki kadar ayaklar altında değilken, dünya standartlarında yapılmaya çalışılırken Pop Star yarışmasına yarışmacı olarak katılmış. Bu tür yarışmaların kafalarımızdaki kötü imajı nedeniyle, itiraf etmeliyim, ilk öğrendiğimde, bu kadar başarılı bir müzisyenin neden o yarışmaya katılmayı tercih ettiğini anlayamamıştım. Ama en ufacık bir tereddüdü olmadan, tüm açıklığıyla o dönemde yaşadıklarını anlatıyor.

"Osman Tan Erkır döneminde bu iş daha ciddi yapılmaya çalışılıyordu. Beni o dönemden hatırlayanlar, "Bu o Pop Star’daki değil mi?" demez, "Pop Star'da caz söyleyen değil mi?" derler. Caz altyapısıyla Özdemir Erdoğan, Tanju Okan, Ayten Alpman gibi sanatçıların parçalarını söylüyordum. Çok da sevilmişti söyleme tarzım. O zaman da
şimdi olduğu gibi "pop kültürü en üst kültürdür, onu yıkamazsınız!" gibi bir anlayış vardı. Ama bir çocuk çıktı Pop Star'da, bir anda akan suyun yatağı değişmeye başladı. Belki de onu tehlikeli buldular ve gönderildim. Ben halk oylaması olduğuna da çok inanmıyordum aslında. Çünkü biz bir gün öncesinden kimin eleneceğini biliyorduk."

En çok merak ettiğim, katılma nedenine gelirsek... "Bu işi iyi biliyorum ve yapıyorum, daha geniş bir kitleye ulaşmanın yolu nedir diye düşündüm. Ulaşabilirsem, onların dikkatini bu yöne çekebilir miyim? Ve cevabını aldım, Bugün Türkiye’nin en önemli üniversitesinde, bir Caz Anasanat Dalı'nda, bana büyüklerimin ve ustalarının öğrettiği her şeyi, kendi öğrendiklerimi de katarak yeni kuşağa iletmeye çalışıyorum ve bütün festivallere çağırılan bir müzisyenim. İnanın sebebi Pop Star'dır, caz müzisyenliğim değildir."

Şu sıralar, birlikte çalmaktan keyif aldığı Ozan Musluoğlu, Uraz Kıvaner, Engin Recepoğulları, Ferit Odman gibi müzisyenlerle zaman zaman farklı şehirlerde dinleyicilerinin karşısına çıkıyor. Ama "nefes aldığım şehir" olarak tanımladığı İstanbul’a dönmek yakın dönem planları arasında.

Son olarak onun cümleleri ile söyleşiyi bitirmek istiyorum ve zaman ayırdığı için hem Solfasol Gazetesi adına, hem de kendi adıma çok teşekkür ediyorum. Benden size tavsiye: Hala Ankara’dayken, en kısa zamanda dinlemelisiniz!

"Bu mesleğe gönül verdim. Çok kıymetli insanlar tanıdım. İyi ki hep etrafımdaydılar. Kızgınlıklar, kırgınlık çokça olsa da, bu kadar acıya, sıkıntıya, hüzne rağmen ‘iyi ki bu mesleği yapmışım’ diyebileceğim bir yaşam sürdüm. Ben savaşçı olmayı, iletişim kurmayı seviyorum. Şu an böyle bir söyleşi yaparken bile üç beş kişiye ulaşabiliyorsam, bu benim için bir savaştır. Yaşadığımız ülkenin şu anki döneminde paylaşabilmek, iletişim kurabilmek, fikirler tutsun tutmasın, bazı şeylerde bir ışık yakabilmek çok önemli. O yüzden bu söyleşiyi yapmak benim için de çok değerliydi.”

Not: Fotoğrafları kullanmamıza izin verdiği için Kemal Rıza’ya sonsuz teşekkürler.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış