“Bu Anadolu var ya bu Anadolu Bu misli menendi görülmemiş cömert ana Bu her yanı meme, her yanı dudak, her yanı gül Bu zırnık almadan veren, habire veren yediveren gül Bu Anadolu var ya bu Anadolu Bu üç yosma denizde üç defa ıslanan Gürbüz ırmaklar ortasında susuzluktan çatlayan Bu Anadolu var ya bu Anadolu Bu sapsarı sıtma, bu masmavi gurur Ne tosunlar doğurmuş ne tosunlar Bak daha neler doğurur…” Bedri Rahmi Eyüboğlu
Okullarda yıllar boyunca bizlere Arkeolojinin, geçmiş zamanlarda sanki başka yerlerde yaşamış insanların yaşamlarının masal havasında geçen hikayeleri olduğu anlatıldı. Hal böyle olunca bildiklerimiz tarih ya da edebiyat kitaplarında anlatılan savaşlar, antlaşmalar ve şanlı kahramanlarla sınırlı kaldı. Doğal olarak da yaşadığımız veye gezdiğimiz yerlerdeki tarihi değerlere uzaktan bakar, gittikçe yabancılaşıp hikayeler uydurup, sonra da onlara inanır olduk. Anadolulu o güzel insanlar atlarına binip gittiler mi yoksa? Hayır, geçmiş her zaman daha yakındır bizlere, çünkü geçmiş hepimizindir. Geçmişin o güzelim diyarlarında bir oraya bir buraya dolaşır atlılar. Güzel gözlü çocukların nefesinde bulur duygular sağlını. Kimi zaman yollar nehirlerle dağlarla kesilir; devlerle ejderhalarla savaşılır, kimi zaman da kutsal şenlik ateşinin başında toplanılır eğlenilir Anadolu’da. Yollar her zaman umuttur, yeni dünyalar hep onun ardındadır. Mısır’da bir tarafı Akdeniz’e bir tarafı Nil’in bereketli ovalarına açılır yollar. Mezopotamya’da iki nehir kavuşur birbirine. Anadolu’da ise mutlulukları yüzlerine vurmuş insanlara varılır. Bu insanlar doğayla, nehirlerle, hayvanlarla dostturlar hep. Korku yüzlerini örtmemiş umutlarını köreltmemiştir. Ne güzel… Üzerinde yaşadığımız Anadolu, Küçük Asya ya da Önasya yüzyıllar boyunca barındırdığı uygarlıklarla, tarihin her devrinde en önlerde yer almıştır. Anadolulu ilk yerli halklar, Luviler, Palalar, Hurriler, Kaşgalar, Muşkiler, Hattiler ve daha sonra Hititler. Kahraman Troyalılar. Her dokunduğunu altına çeviren efsanevi krallarıyla Frigler. Doğunun tepelerinin kralları Urartular. Ege ve Batı Anadolu Uygarlıkları; görkemli tapınakların, heykellerin, ışığın, maddenin, estetiğin ve bilimin keşfedildiği dönemler. Tanrılar, tanrıçalar, şairler, filozoflar gezginler. Yaşadıkları yerleri yaşanabilir kılmak için Akdeniz ve Anadolu’yu kentlere, yollara, köprülere boğan Romalılar. İnançların, ihtiyaçların yaşamların anlam bulduğu nadide coğrafya; Anadolu.
Bilimde ve sanatta Anadolu’nun çağlar boyu süren önemini anlamak için, sadece antik dünyanın yedi harikasından ikisinin Anadolu’da, diğerlerinin de yakın çevresinde olduğunu bilmek bile bu zenginliğin derecesini anlatmaya yetmez. Üstüne Amasyalı Strabon’undan Bodrumlu Heredot’una, İzmirli Homeros’undan Miletli Thales’ine. İslamiyet öncesine ait onlarca uygarlığın ve buna ek olarak sayısız alt kültür gruplarının gelip geçtiği bu topraklardan günümüze sayısız yerleşim yeri veya antik kent kaldığı bilinmekte. Bunlara höyükleri, kaleleri, anıtları, kaya kabartmalarını, hanları, hamamları, tapınakları da eklediğiniz zaman gazeteci Özgen Acar’ın dediği gibi “dünyada hiçbir yerde her köye bir tarihsel nokta düşen başka bir ülke bulunamayacağı” sonucuna varılır. Böyle olmasına rağmen sürdürülen kazı, araştırma, koruma ve sergileme çalışmaları çok yetersiz. Devlet bütçesinden kültüre ayrılan pay yüzde oranlar şöyle dursun binde oranlarda. Eğitimde tarih var, ama arkeoloji yok. Güneşe yol var, yolcu yok. Deniz var, gemi yok. Gemi ve yolcu var, pusula yok. Biz kimiz? cevap yok.
Çağlar boyu mutluluk ve hoşgörü adası olmuş Anadolu’yu anlamaya çalışmak her şeyden önce kendimizi tanımamıza yardımcı olacaktır. Anadolu’nun, mirasçısı olduğumuz muazzam kültürüyle, yani kültürümüzle barışmak, ne olduğunu anlamak, sahiplenmek ve anlatmak zamanı artık. Haydi dostlar, geçmişte değil geçmişle kalın.
Yorumlar (0)