“…Doğada biliniz ki hiçbir şey yok olmaz, ne bir ses, ne bir söz, ne bir hareket. Çağ ne kadar eski veya yeni olursa olsun bütün bu oluşlar oldukları andaki gibi doğanın içindedir. Bu dalgalanmada, zaman ve mesafe kavramı yoktur. Bugün dünyanın herhangi bir köşesinde söylenen sözü veya eko yapan hareketleri, yine dünyanın herhangi bir köşesinde aynı anda işitmek, dinlemek ve yakalamanın olası olduğunu görüyoruz. Yarın bizi saran doğa ögeleri içinde binlerce yıl önce söylenmiş sözleri, olduğu gibi toplayıp saptamak olanağına elbette varılacaktır. Doğanın bugün sır dolu sinesine gireceği kesin görülen insan zekâsı, beklenilen gerçekleri ortaya koyacaktır. Yine bu insan zekâsıdır ki, beklediğimiz sonucu elde etmemiş olmakla beraber, bugünkü araştırıcı zekaları tatmin edecek ve tarihi aydınlatacak yeni yöntemler ve bilimler bulmuştur. İşte Arkeoloji ve Antropoloji, o bilimlerin başında gelir. Tarih bu bilimlerin bulduğu belgelere dayandıkça kalıcı olur. Tarihi bu belgelere dayanan milletlerdir ki, kendisinin aslını bulur ve tanır…”
Atatürk’ün 1936 yılında Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesinin açılış dersini veren Afet İnan’a; dersin içeriğinin nasıl olması gerektiği hakkında yazdırdığı notlardan (Kültür Devrimi ve Karşı Devrimi, Ş. G. Erker, 1976) alınan bu anektotta, doğadan başlanıp arkeoloji ve tarih bilimlerine varan yolun betimi oldukça ilginçtir. Doğanın polifonik sesleri içinde yaşıyoruz. Bir orman gecesini belki bir kamp ortamı içinde yaşayanlar bunun ne derece renkli ve katmanlı olduğunu bilirler. Son birkaç yüzyıldır doğallıktan kopmuş günümüz insanı, içinde evrildiği dağları, ormanları, denizi bir perdenin arkasından seyreder halde düştüğü bilinç tutulmasının bir yerinde teleskobu ile karanlık evreni seyretmekle de meşgul. Oldukça merak ettiğimiz ortak geçmişimizin seslerini halihazırda duyamıyoruz ama bir gün duyacağımıza eminim. Ya da fizikçiler öyle diyor. İnsanın kaotik doğanın sesine eklenmişliği acaba doğumu ile aldığı ilk nefes sonrasındaki ağlamaklığı melodramatik haykırışı mı yoksa doğum öncesinden itibaren uzun süre boyunca kulağında yer eden ritmik kalp sesinden kaynaklı edimsel dümtekliği mi? İnsan doğanın kaotik salınım ve döngüsüne tam buradan mı yakalanıyor acaba? Nedense aklıma burada James Cameron’un “Avatar” filmindeki mavi derili “Na’vi” halkının tanrısal “Eywa” ağacı geliyor. Ses insanı ne zaman varetti bilinmez ama çağlar boyunca müzik, insan hayatında sesinin tınısı olarak hep varoldu. Mağaralardan saraylara, oradan savaşlara, sürek avlarına doğru artan, azalan, bazen susan bazen de akıp çağlayan sesler…
Geçmiş uygarlıkların seslerini duyamasak da maddi kalıntıları yardımıyla görmek mümkün. 20-30 bin yıl öncesinde, mağara duvar resimlerine av sahnelerinde konu olan insanların donuk imgeler olmadıkları herhalde malumunuz. Ritüel hale gelen yansımalarıyla birlikte geçirilen o anlar paylaşılmış, çalgılar eşliğinde sürekli canlandırılmış olmalıdır. Birilerinin sesinin diğerlerinden daha güzel olduğu için şarkıcı, birilerinin de tercih edilen sesleri aletlerle daha iyi aktarabildiği için de müzisyen olması da kuvvetle muhtemeldir. Anadolu’da müziğin tarihini (görebildiğimiz haliyle) Hattili ustaların Alacahöyük kent girişinde bulunan sazlı-sözlü, cambazlı bir şenlik haliyle betimledikleri duvar kabartmalarından başlatmak gerektir. Hititlerde ise görsel ve yazılı malzemelerin (resim/çivi yazılı tabletler ve kabartmalar) bolluğu, bize o dünyanın hak ettiği tüm ihtişamı ilk defa sunuyor. Bir İnandık vazosu var ki muhteşem. Bayram ve bahar şenliği (Purulliya) törenlerinde, tören mekanları ve tapınaklarda, mekanlara giriş-çıkışlarda, tanrı heykelciklerinin bir yerden başka bir yere taşınmasında hep müzik çalınırdı. Müzisyenler kralın arkasında ve önünde şarkılar söyleyip dans ederek ona eşlik ederlerdi. Yüksek rütbeli rahibeler ve hatta kraliçelerin bile bu törenlerde dans ettiği biliniyor (Eski Önasya ve Mısır’da Müzik, Belkıs Dinçol; 2003). Hititlerin ikinci başkenti Şapinuva’dan ele geçen bir tabletten aktarıldığı şekliyle, iki savaşçı tarafından söylenen bir şarkı; “Nesas vaspus, Nesas vaspus tiya-mmu tiya (Nesa giysileri, Nesa giysileri bağla beni bağla!) nu-mmu annas-mas katta arnut tiya-mmu tiya (Götür beni annemin yanına, bağla beni bağla!) nu-mmu uvas-mas katta arnut tiya-mmu tiya (Götür beni oğullarımın yanına, bağla beni bağla!)”
Hititlerden sonra Geç Hititlerin müzikle şenlendirdikleri ziyafet sahnelerini taş kabartmalarından, Van Gölü çevresine yerleşen Urartularınkini ise ele geçen bronz bir kemer parçasından takip edebiliyoruz. Friglerin ise eşek kulakları ile ünlenen Midas’ı var. Güzel sanatların tanrısı Apollon’un lirinden çıkan tanrısal müziği iyi anlayamadığı için kulakları eşek kulaklarına çevrilen Midas’ın, Hermes’in esin perilerinin trajik mitolojik öyküsü çarpıcıdır. Eski Yunan Midas’a olan borcunu Heredot ile öder. Bodrumlu hemşerimiz Heredot, zamanının bilinen tarihini, eseri Historia’sında aktarırken eserin her bölümüne güzel sanatları simgeleyen dokuz kız kardeş olan esin tanrıçalarının (müzelerin) isimlerini verir: Kalliope, “destan şairi ya da lirik şiir”i; Klio, “tarih”i; Polhymnia, “pantomim”i; Euterpe, “&üt”ü; Terpsikhore, “dans”ı; Erato, “korolu şiir”i; Melpomene, “tragedya”yı; Thalia, “komedya”yı ve; Urania da, “gökbilimi”ni simgeler.
Sözü günümüzle bağlamak yeğdir. Artık sanatın her dalında konusu müzik olan ürünler var. Sempozyumlar, hatta eski müzik aletlerini o zamanın teknikleriyle üreten ustalar, üniversitelerde tezler ve projeler bile var. Paylaşmaya değer bulduğum bir başka konu da bir televizyon programı. Programlar arasında gezinirken TRT Müzik’te Bülent Özveren’in sunduğu “Yasaklı Şarkılar” programına tesadüfen tanık oldum. Programın konukları Arif Sağ ve İskender Doğan, 80’li yıllara ait bazı şarkılarının ve türkülerinin yasaklanma gerekçelerini bir yandan anlatırken diğer yandan da yine aynı kurumda ama bu sefer şarkılarını bizzat sunarak o günleri yadettiler. Cumhuriyetin ilk yıllarında da halk müziğimiz yerine klasik Türk ya da senfonik Batı müziğini daha çok dinlememiz gerekiyordu. Bu konuda bile kraldan çok kralcı olanlara ayrıca selam ederek, tarihte değil tarihle kalın dostlar diyorum.
Yorumlar (0)