Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Ayışığında Agora: Bir Dünya Hamam

“Panta Horei, Kai Auden Menei, Panta Rei! -Durmadan devinir, hiç durmaz, hep akar” Herakleitos

Ayışığında Agora: Bir Dünya Hamam

Suyun yolculuğu, kaynağından çağıldayarak serbestçe akarken başlar. İnsan elinden çıkmış bir kanaldan ötekine atlar, uzun yolları yukarıdaki kemerin içinden aşıp, aşağıdaki sarnıca dolar. Oradan künklerle bir çeşmeye erince de biter saflık. Ondan sonrasında ise salına salına akan çeşmelerin doldurduğu havuzlarda aksine bakan Narkisos’un hayalidir artık (fonda uzun uzun arp ya da lir sesi). Yüzyıllar öncesinden Hititler, suyla en içli-dışlı uygarlıklardandı. Hititler’in Alacahöyük yakınlarında barajları, Hattuşa’da koccaman havuzları, Şapinuva’da da dağların tepesinden gelen su yolları vardı. Urartular ise suyu şahlandıranlardır. M.Ö. 9 ile M.Ö. 6. yüzyıllar arasında Van (Tuşba) çevresine yaptıkları kanallar (Semiramis/ Şamran) günümüzde hala işlevini sürdürüyor. …“İşpuini’nin oğlu Menua, Tanrı Haldi’nin gücü sayesinde bu kanalı açtı. Adı Menua Kanalı’dır. Tanrı Haldi’nin büyüklüğü sayesinde, Menua, güçlü kral, büyük kral, Bianili ülkelerinin kralı, Tuşpa kentinin efendisidir. Menua der ki; kim bu yazıyı silerse, kim onu tahrip ederse, kim bunu görürse, kim başkasına -bu kanalı ben açtım- derse o, Tanrı Haldi, Tanrı Teişeba, Tanrı Şivini ve bütün tanrılar tarafından mahvedilsin! Güneş ışığından yoksun edilsin!”... Eskiden bir yerden bir yere gitmek isteyen yolcunun ilk sorduğu soru katılabileceği bir kervan, sonra da kervanın yolu üzerindeki kervansarayın yeriydi; kervan-saray. Kervan bir günde ortalama 30 kilometre giderdi ve sarayı da o tepenin ardında bir yerlerde olurdu. Yemekti uykuydu bir tarafa, ertesi gün için temizlenmek ise esastı. Yüzyıllar boyunca suyun girdiği binalar; kanallar, çeşmeler, hamamlar insanlığın kendini yeniden doğurduğu, arındığı yerler oldu hep.

Kupkuru binaların sesi sudur. Su konuşur, su yıkar, su akar, su yansır, su iz bırakır. Suyun bıraktığı iz de değişiktir. Taşları yuvarlayıp parçalayan su, onları yavaş yavaş yoğurandır da. Kireçtaşları soğuğunun, travertenler ise sıcağının eseridir. Şelalelerin üzerinden aktığı taşlar ancak bir mimarın eliyle yansıtır kendini mermer kubbelerden. Taş, su ile değirmen olur, buğdayı öğütür ekmek olur, azık olur. Ağaçları büyüten su, ağacın içindeki ateşle büyür buhar olur, hamamda yolcusunu bekler. Kervanına yetişmek isteyen yolcunun derdi olan kiri de hamamın gamı olarak kalır ardında (fon müziğini burada lirden kemana çevirelim). Uygarlıklar suyla hemhal oldular. Su, hem doğumla (hani vaftiz neyin) hem de ölümle (gasilhanelerde) anıldı. İnsanlar, kirlenmiş insanlar suyun tüm yüzünü, temizliği ve saflığı hamamlarda hatırladılar. Hamamlar her zaman bir kentin vazgeçilmez unsuru oldu. Osmanlılar, Selçuklular ve Bizanslılar için de durum aynen böyleydi. Ammaa, Romalılar hamamın kendi kültürünü haklı olarak baştan yarattılar. Suyu dağlardan getirdiler, binalar yaptılar, form verdiler, teknolojiyi getirdiler, hayata suyu taşıdılar. Eğer yakında sıcak su kaynağı yoksa, ısıtılmış suyu kaldariumda (sıcaklık/ cehennemlik) buhar olarak dolaştırdılar. Hamama gelenleri apoditariumda soyundurup, frigidariumun (soğukluk) havuzlarında (piscina) hamama alıştırdılar. Lezzetli yemeğin öncesi ara sıcaklarda, tepidariumda (ılıklık), mermer kaplı duvarlarla yoğurdular. İş kaldariuma erdiğinde zaten herkes hayal alemindeydi.

Ankaramız’daki Roma (Caracalla) Hamamı’na Megaba (Elmadağ) Dağı’ndan getirilen su ısıtılıp, hamamın altındaki dehlizlere buhar olarak salınıp, dolaylı ısıtma yapılıyordu. Yabancı bir uzman (hem de İngiliz) yılda 15000 ağacın eşdeğeri ısıya ve enerjiye ihtiyaç duyan bu işlemin küçük bir çevre katliamı olduğunu kastetse de, işin sırrı hamamın taşında, sıvasında ve yüksek bacalarında olsa gerek. Yoksa höyüğün üzerindeki hamam yüzyıllarca nasıl hizmet verebilsin Ankara’da? Roma’nın doğusundaki Osmanlı’nın kentlerinden yayılan kültürün ince bir tezahürü (Arapça kelime kullanma modasıyla) olan Türk hamamı; hamam anası, hamam bohçası, hamam böceği, hamam kesesi, hamam otu, hamam takımı, hamam tası olarak lügatlere girdi (TDK). Bunlara “hamam sefası”yla, “hamama giren terler”i de eklemek gerek.

Yakın coğrafyada, Ankara’nın 100 km batısındaki kaya doruğu ülkesi Lagania’da yani Beypazarı’nda da bir başka hamam var: tarihi Paşa Hamamı. Geçtiğimiz senelerde restore edilen hamam, Ankara Kalkınma Ajansı’nın desteği ile Türkiye’nin ilk Hamam Müzesi’ne dönüştü. Müze, ziyaretçilerine Selçuklu ve Osmanlı sosyal yaşamının önemli unsurlarından olan hamamları deneyimleme (yıkanmadan) şansı sunuyor. Müze ayrıca kültürel faaliyetler için sergi salonu olarak da kullanılabiliyor. Türk Hamam Müzesi’nde klasik Türk hamamlarının bölümleri; sıcaklık, ılıklık, halvet, külhan, şırvan, hazne ve tıraşlık gibi mekanlar aynen bulunuyor. Ayrıca nalın (yüksek takunya da diyebiliriz), buhurdan, ibrik, sürmedan, kirdenlik, mücre ve hamam tası gibi Türk el sanatlarından örnekler; hamamcı minderi, kaynana arkalığı, hamam bohçası, yaygı, peştamal, pullu, bindallı, hamam beyazı, dindin, bürgü, içlik, üçetek, haşlama, salta gibi İpek Yolu üzerindeki Beypazarı’na özgü yerel kıyafetler ve hamam kültürüne ait dokumalar da ziyaretçilerin beğenisine sunuluyor. Gezilmesi ve görülmesi icap eder. Geçmişin bir başka mekanındaydık; geçmişte değil, geçmişle kalın dostlar…

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış