“Hestia, insanların ve ölümsüzlerin evlerinde En yüce yer senindir, sunulan tatlı şarap Yemekte sunulan şarap sana dökülmüştür. Sensiz ölümlüler de şölen veremez, tanrılar da”... Antik Yunan Mitolojisi’nde Zeus’un kız kardeşi olarak bilinen Hestia (Vesta), Olimposlu hemcinsleri Athena ile Artemis gibi bakire bir tanrıçaydı. Belirli bir kişiliği yoktu ama evin koruyucusuydu; bu yüzden “yanan ocağın tanrıçası” diye bilinirdi. Bütün yemekler ona bir “sunu”yla başlar, bir “sunu”yla biterdi.
Yemek, yemeği bulmak/bulamamak, yapmak, sunmak, paylaşmak derken beslenmek, vücudu doyurmak/ doyuramamak, şölensel bir paylaşım haline getirmek yüzyılların meselesi. Ekmek parası, ekmek kavgası, gözü doymak, gözü aç terimlerine geçmişten Seneka’nın “çok yemek zekanın, ölçüsüz yemek ruhun ışıltısını söndürür”ünü de eklemek gerek. Hatta Midas’ın her dokunduğunu altına çevirmesinin ceremesini yemek yiyemez hale gelince anlaması da cabası. Bu yeme/içme işiyle doğrudan ilgisi olmasa da bir elma nelere maloluyor görün bakalım: tanrıların evi Olimpos dağında, deniz kızı güzel Thetis ile ölümlü Peleus’un düğününe tüm tanrı ve tanrıçalar davet edilir ama nifak tanrıçası Eris davet edilmemiştir. Sen misin konuk listesini eksik yapan; davetsiz olarak düğüne gelen Eris adına yakışır şekilde altın bir elmanın üzerine “en güzele” diye yazarak düğün sofrasına bırakır ve ucu Troya savaşına kadar gidecek uzun ve günümüzün sabun köpüğü dizilerine taş çıkartacak olaylar başlar. Hititçe çivi yazılı tabletlerin çözülmesinde (Friedrich Hrozny, 1915) bile bu “ekmek yedim, su içtim” işi vardır (NINDA-an ezzatteni, VATARNA-ekutteni; nında: ekmek, vatar: su). Hal böyleyken insan nefes alır, su içer de, doymak da ilazımdır ne(i)tekim. Bi de unutmadan “ne yersen o’sundur” var.
Başlangıcı ateşe verdim gitti de sonu nerde biter bilemem. Olimpos’un asi çocuğu Prametheus’u, kendi ırkını (titanlar çağı) yok eden Zeus ve ailesinden intikam almak adına insanı gözyaşlarıyla karıştırdığı çamurdan yarattıktan sonra onlara uygarlığı getirecek ateşi, gizlice ateşin sahibi Hefaistos ya da eski Romalılarca anılan ismiyle Vulkanus’un (güzellik tanrıçası Afroditin çirkin ve ayağı aksak kocası) ocağından çalıp hediye edişi ile başlayan öykü hala devam ediyor.
Zaman içerisinde bu çalıntı ateş bazen ısınmaya, bazen de madenleri ve yemek kaplarını şekillendirmeye yaradı. Antik çağlarda simgesel gücün ve varlığın ibaresi olarak her şehirde kutsal bir ocak bulunur ve bu ocakta yakılan ateş de hiç söndürülmezdi. Aynı günümüzde olimpiyat oyunlarının başlangıcını oluşturan olimpiyat ateşinin yakılışı gibi yeni bir şehir kurulacağı zaman da başka bir şehrin ocağından getirtilen ateş, yeni şehirdeki ocakta törenle yakılırdı. Zamanın Roma’sının kent binası pritaneum’da yanan Hestia’nın ateşi, altı bakire rahibe tarafından korunmaktaydı ve ateş hiç sönmemeliydi. Yakın geçmişte mahalle bakkallarında bozukluk yoksa para üstü yerine sakız veya kibrit verilirdi; kibritle yakılan ocaklar varken ve ateş de hayatın daha içindeyken. Antik Roma’da günlük hayatta ateş haliyle mutfakta (atrium) ve öncelikle de yemek pişirmeye yarardı. Bir sofranın çevresinde (genellikle dokuzarlı gruplar halinde), klinelerine (zamanın sediri) uzanmış insanlar, kendilerine servis edilen yemekleri yer, şölensi şarap ikramını (simposion) tanrılarının içtiği nektarmışcasına neşeyle kabul ederlerdi. Yemek sonrasında bir elinde kürdanla (dentiscalpia) dişlerini temizleyen konuklar, ev sahibi tarafından diğer ellerine tutuşturulan hediyelerle (çoğunlukla da koku şişeleriyle) uğurlanırdı.
Televizyon programları içerisinde günümüz gurmelerinin şapırtılı lezzet yolculukları oldukça ilgi çekiyor. İncelmiş yemek zevkinin konusunu genellikle bugünün yemeklerinin hazırlanışı oluştururken otun, çöpün, tandırın, yemeği yapan insanın, mekanın tarihiyle ilgilenen de pek yok. Ohooo, güya yazıyı beslenemeyenlere getirecektik, geçmişte kaldık yine. Eskiden çile çekenler bir yer sofrasında yer tutar ve her üç ayda bir yana kayıp “vay be erenler nerdeeen nereye geldik” derlermiş bizimki de o hesap. Tarihle kalın.
Yorumlar (0)