Bize kendinizden ve müzikle tanışma sürecinizden bahseder misiniz?
1973 yılında Muş’un Varto ilçesinde doğdum. Müzikle ilgilenen alevi bir ailede deyişlerle iç içe büyüdüm. İlk, orta ve yüksek öğrenimim süresince amatör müzik gruplarında ve değişik korolarda yer aldım. 1991 yılında İstanbul’da kurulan MKM(Mezopotamya Kültür Merkezi) çatısı altında Kürtçe müzik alanında çalışmalarıma başladım ve Koma Mezrabotan’da vokalist olarak yer aldım. Kürdistan Özgürlük mücadelesinin değişik alanlarında çalışmam nedeniyle müziğe uzun yıllar ara verdim ve 2006 yılında yeniden profesyonel olarak müzikle ilgilenmeye başladım. Bulunduğum Avrupa alanında çok değişik projelerde yer aldım. Viyana İmprovize Caz Orkestrası eşliğinde yazdığım değişik tekstleri okuduğum ve şarkılar seslendirdiğim konserler verdim. Doğaçlama sokak tiyatrosu yapan bir tiyatronun son dört yıllık projelerinde şarkı ve tekstlerimle performanslar sergiledim. Avusturya, Almanya, İsviçre ve birçok farklı yerde solo ve ortak konserler verdim. Bu ortak projelerimden en önemlisi, Mehmet Akbaş ile yaptığımız konserlerdi. 2012 yılı başında ilk solo çalışmam olan ROYÊ Mİ isimli albüm çalışmamı yaptım.
TRİO MARA nasıl ve ne zaman bir araya geldi?
2011 baharında TRİO MARA bir kadın üçlüsü olarak kuruldu. Kemanda Nurê Dilovanî, piyanoda ise Nazê Îşxan, vokalinde benim olduğum TRİO MARA, yaklaşık üç yıllık bir geçmişe sahip. Karşılaşmamız, biraz tesadüf oldu. Benim kadınlardan oluşan bir grup kurma hayalim hep vardı. Nazê’yi önceden tanıyordum, ama uzun zamandır bağlantım yoktu. Nurê ile tesadüfen karşılaşıp, onunla bu projemizi konuşunca, zaten kuzeni olan Nazê’ye bu teklie gidebileceğimizi söyledi. Bu teklifi sunduk ve anında olumlu yanıt aldık. Nazê ve Nurê Kürt müziği açısından önemli kadın sanatçılar. Hem güçlü bir akademik eğitimden geçmiş hem de Ermenistan Kürtlerinden oldukları için Kürt müziğine oldukça hakimlerdi. Grup kurma kararı verdikten sonra, sıra isme geldi. ‘Mara’ ismi de çok bilinçli bir tercih oldu. ‘Mara’, Kürtçenin Kirmanckî lehçesinde ‘bizden’, ‘Ma’ ismi hem Ermenice’de hem de Kirmanckî’de ‘ana’ demektir. ‘Mara’ kelimesi Arapça dilinde de ‘kadın’ anlamına gelir. Ortadoğu’nun birçok dilinde birbirine yakın dişil anlamlar taşıması da isim olarak seçmemizde önemli bir rol oynadı. Müziğimizde, ilk günden itibaren klasik Kürt Müziği eserlerini, kadınlara dair ve kadınlar tarafından söylenmiş şarkıları piyano ve keman eşliğinde seslendirmeyi esas aldık. Aslında batı enstrümanları olan keman ve piyanoyu daha çok geleneksel ses teknikleri ile harmanlayarak, bir sentez yaratmak istedik.
Grubu üç Kürt kadını oluşturuyor. Kadın ve Kürt kimliğiniz müziğinizin oluşumunda önemli rol oynadı mı?
Bizim kişisel öykülerimiz, doğduğumuz coğrafya ve kimliğimizin yaşadığı sorunlardan bağımsız değil. Sömürgeleştirilmiş ve ezilen toplumların her bireyinin kişisel hikayesinde aslında bir topluluğun hikayesi yatar. Biz de yüzyıllardır, savaşların, çatışmaların, kan ve gözyaşının dinmek bilmediği, asimilasyon ve yok saymanın kol gezdiği bir coğrafyada doğmuş kadınlarız. Hem etnik, hem de cins kimliğimiz, yaşadığımız zorlukları katmerleştirdiği için, yaşadığımız coğrafyanın acılarından bağımsız, uzak bir duruş sergilemek istemiyoruz. Müziğimizle yaşadığımız coğrafyada kadın olmamızdan kaynaklı karşılaştığımız zorluklara da vurgu yapmak istiyoruz. Kaderi hala gelenekler, toplumsal cinsiyetçi rollere göre belirlenen kadınların trajedisini dillendirmek ve sesimizi direnen kadınların sesine katmak elbette ki temel hedefimiz.
Türkiye sancılı bir siyaset coğrafyası… Siz de bir dönem siyasetle ilgilendiniz. Siyasetle tanışma sürecinizden biraz bahseder misiniz?
Siyasetle tanışmam, üniversite yıllarıma dayanır. Kürtlük bilinci ve sosyalist bilinci edindiğim bu yıllarda, önce öğrenci hareketi içerisinde yer aldım. 91 yılında MKM nin kuruluş döneminde İstanbul’da çalışmalara katıldım. Bu dönem binlerce insanın akın akın dağlara çıktığı bir dönemdi. Ben de bu yolu seçtim ve uzun yıllar mücadelenin farklı alanlarında yer aldım. Bu süreç, sanatla hiçbir şekilde bağımın olmadığı bir süreçti. Ama o koşulların bunu gerektirdiğine hep inandım. Bu durumların tamamı, siyasi olarak yasaklı hale gelmeme neden oldu. Tüm bunlarla beraber, Kürdistan coğrafyasında siyaset, kaçılması ve uzak durulması zor, hatta imkansız bir olgu… Bu nedenle geçmişte daha çok aktif bir siyasi çalışma içinde yer alıp, şu anda daha çok sanatla ilgilenmem, ondan koptuğum anlamına gelmiyor. Kürtçe müzik yapmanın kendisi bile başlı başına kişiyi politik kılıyorken, bunca yıl aktif bir çalışma yürüten bir insan için elbette daha farklı bir anlam taşır. Yapmış olduğum sanatı, mücadele değerlerinden ve toplumsal sorunlardan kopuk bir şekilde ele almıyorum. Ancak, siyasetin ve sanatın üzerinde şekillendikleri mecraların da çok farklı olduğuna inanıyorum. Bu anlamda, siyaset ve sanat tartışmasız bir bağ içerisinde olmalıdır. Ancak, birbirini belirlememelidir. Malum, siyaset, kendisi dışındaki olguları, daha çok kendi hizmetine sokmak ister, böyle olduğu ölçüde ona yer verir. Oysaki her olgunun kendi iç işleyişi vardır.
Siyasi yasaklılıktan dolayı doğduğunuz yere gelememeniz size memleket özlemi yaşatıyor mu?
Tabi ki… Bu çok derin yaşanan bir duygu. Benim de içinde olduğum, yüz binlerce insan, düşünceleri, politik aktiviteleri nedeniyle kendi ülkelerinden uzak yaşamak zorunda kalmıştır. Göç içinde göçün, sürgün içinde sürgünlüğün yaşandığı bir coğrafyadan geliyoruz. Bir kere ben her tür sınırın, yasağın, insanların duygu ve düşüncelerine konmuş her kısıtlamanın karşısındayım.
90’lı yıllarda siyasetle ilgileniyor olmak nasıldı?
O dönemlerde Kürdistan meselesi veya siyasetle ilgilenmek, kelle koltukta yaşamaktı. Ancak, yüz binlerin ucunda ölüm de dahil bin bir zorluğun olduğunu bilerek yola çıktığı çok hareketli dönemlerdi. Bir halkın en nadide, en güzel, en akıllı, en bilinçli bireylerinin akın akın mücadele alanlarına gittiği, kadınların çok önemli çıkışlar yaptığı bu yılların, kişi olarak benim için çok büyük anlamları vardır. Tek bir dakikasından bile pişmanlık duymadığım bu yılların, büyük acılar kadar, büyük kazanımlar sağladığına da inanıyorum.
Halil Uysal’ın çektiği kadın bir gerilla olan Bêrîtan’ın yaşamını anlatan “Bêrîtan” filminin müziklerini de siz yaptınız. “Bêrîtan”ın sizin için anlamı neydi?
Halil Uysal tarafından yapılan ve oldukça büyük bir izleyici kitlesine ulaşan Bêrîtan isimli filmde, müziği Koma Agirî ve bana ait Bêrîtan isimli şarkıyı seslendirdim. Bu şarkı, filmin ana şarkısı oldu. Halil Uysal, sesimi kullanacağını önceden bana söylemedi ve sürpriz yaptı. Bir dağ sinemasında, ay ışığı altında yüzlerce gerilla ile bu filmi izlerken, daha başında kendi sesimi duyunca, çok duygulandım ve onur duydum. Bu şarkı, 92 yılının Kasım ayında yapıldı. Birçok sanatçı tarafından da söylendi. Ancak filmin muhteşemliği, şarkıyı bir kez daha zihinlere kazıdı. Bu süreç, benim de tekrar müziğe dönüş yaptığım zamanlara tekabül etti. Beritan arkadaşı, bizzat tanımış ve kısa süren devrimci yaşamının sekiz ayına tanıklık etmiş bir yoldaşı olarak onu ifade etmem istenirse ‘her şeyden önce komple bir insan, bilinçli ve asi bir kadın, bir yaşam aşığı, mücadeleden en zor zamanlarda bile taviz vermeyen bir muhteşem bir devrimci’ derim.
Türkiye’de Kürtçe, yıllarca mahkum edildi. Şimdi kendi dilinizde müzik yapabiliyor olmak nasıl bir duygu?
Çok mutluluk verici olduğu kadar, hüzün de veren bir durum… Kendi dilimizde şarkıları gizlice dinlediğimiz, müziğimizin ve dilimizin yasaklı olduğu koşulların değişmesi için o kadar çok bedel verdik ki… Bu dil özgür olsun diye, bu kültür ölmesin diye, insanlar kendini ifade edebilsin diye çok değerli yoldaşlarımızı kaybettik. O anlamda, keşke onlar da bu zamanlara tanıklık etselerdi diye düşünür, hüzünlenirim.
Kürt müziğinin folklorik anlamda temel direği dengbejliktir. Günümüz Kürt müziği dengbejlikten bağımsız düşünülebilir mi?
Dengbêjlik, Kürt müziğinin orijinidir. Yüzlerce yıldır yasaklı, hiçbir eğitim mekanizması olmayan, yazılı materyalleri olmayan Kürtçenin bu günlere kadar gelmesinde, folklorik özelliklerin kaybolmamasında bu geleneğin payı birincildir. Bu nedenle, çok önemli buluyorum ve korunması gerektiğine kesinlikle inanıyorum. Hele hele kadınların dengbêjlik geleneğindeki başat rolünü düşünürsek, özellikle de kadınların saklı kalmış ezgilerini derlemenin, tekrar yorumlamanın, özünü koruyarak geleceğe taşımanın çok önemli olduğuna inanıyorum.
Türkiye’nin Kürtler için bir temel direk niteliği taşıyan anadilde eğitim talebini reddetmesini nasıl yorumluyorsunuz ?
Bu Türkiye Cumhuriyeti tarihi boyunca yaşanan bir handikap. Yok sayma, kendine benzeştirme, benzemeyeni yok etme, bu coğrafyada gelmiş geçmiş tüm yönetimlerin temel politikası oldu. Bunu da tam bir bölünme fobisine dayandırdılar. Kürt sorununa bir çözüm bulma ve müzakerelerin başladığı bir dönemde bile, Kürt tarafının attığı tüm önemli adımlara karşılık, hala ana dilde eğitimi meclisin gündemine almaması, alsa bile bu korkuyla kararlar vermesi anlaşılır değildir. Birçok farklı dilin, kültürün, rengarenk bir mozaik gibi olduğu Anadolu’yu çoraklaştıran zihniyet de budur. Bir dil, bir dünya ise eğer, her dilin varlığı fazlalık değil, zenginliktir. Bunu zenginlik olarak görmemek, zaten yok sayma kültüründen kaynağını alır ki, biz de buna karşı kendi dillerimizde ısrar ederek, insan olmaktan kaynaklı temel bir hakkımız olarak bunu geri almalıyız. Bu bir lütuf değildir, bir temel haktır.
Türkiye’de gazeteciler, öğrenciler, halklar, kadınlar siyasi hak ve özgürlüklerini dile getirdiği için ağır cezalarla mahkum ediliyor, yaftalanıyor, işleniyor. Türkiyenin legal alanları daralttığını düşünüyor musunuz?
Kesinlikle… Bu konuda dünyada özgürlükleri kısıtlayan sayılı ülkelerin başında yer alıyor. Yüzlerce akademisyen ve aydının, gazetecilerin, seçilmiş politikacıların sudan gerekçelerle ve senaryolarla zindanlara konması, bir yandan da dağdaki gerillaya in denmesi tam bir ironidir. Eline silah bile almamış insanları böyle terörize edip, arkasından da, gerillaya dağdan in demek, kesinlikle güven verici değildir. Bu durum, insanlara legal alanda kendini ifade zemini vermemedir. Bu anlamda, insanların kendilerini ifade etmek için başka mücadele alanlarına yönelmesi de pek yadırganmamalıdır.
Gezi süreci kitlelerin anti-iktidar çığlığı oldu. Gezi süreci ve sonrasını nasıl yorumluyorsunuz?
Gezi sürecini çok önemli buluyorum. Gezi’de tek bir gruptan, örgütlü bir homojen bir yapıdan söz etmek mümkün değil. Ama, insanların bazı müştereklerde bir araya gelebileceğinin de göstergesi oldu. Kadınların, gençlerin, eşcinsellerin, devlet dışı sosyalitenin ilk kez bir araya geldiği ve kendisini bu kadar hızlı bir şekilde mobilize ettiği bu süreç, bence önemli bir başlangıç. Kürtler, ilk günden beri bu direniş içinde yer aldılar. Bazı kesimlerin, Kürdistan’da yaşananlara karşı Türkiye tarafındakilerin sessizliğini gerekçe göstererek, gezi direnişini eleştirmeleri, buradaki hareketle aralarına mesafe koymaları anlaşılır, ama doğru olmayan bir tutumdu ki Kürt Özgürlük Hareketi de bu konuda özeleştirisel bir değerlendirme yaptı. Bir Kürt olarak, Hrant Dink katledildiğinde orada olamasam da, mahşeri bir kalabalığın toplanması, içimi ne kadar rahatlattıysa, Roboski katliamına karşı sadece yüzlerin toplanması da o kadar yaraladı. İlk kez, Gezi sürecinde Lice’de katledilen Kürt genci için anında binlerin İstanbul’da toplanması, beni çok umutlandırdı. Hala ulusalcı bazı çevrelerin bu konudaki ırkçı yaklaşımlarının Gezi sürecine gölge düşürmesi tehlikesi var. Ancak, tüm bunlara rağmen, önemli bir kesimin de Kürt meselesinde yıllardır uygulanan politikayı görmesi ve uyanması anlamında Gezi hayli öğretici bir süreç oldu fakat gezi, sadece bir Erdoğan ve AKP karşıtlığı değil, onlar da dahil, Cumhuriyet tarihinin tüm adaletsiz, faşizan, antidemokratik uygulamalarına karşı olduğunda bir anlam kazanacaktır. Bu yolda da önemli bir uyanış yaşandığına inanıyorum.
Albüme Dair Albümün tamamı Almanya‘nın Bielefeld kentinde bulunan Rudolf Oetker Halle isimli dünyaca ünlü bir klasik müzik salonunda hücum, yani canlı kaydedildi. Bir yıldan beridir hazırlıkları yapılan DERÎ/BEHİND THE DOORS isimli albüm 1 Eylül den itibaren Türkiye ve Kürdistan‘da müzik marketlerin raarında yerini aldı. Albüme DERÎ yani KAPILAR ismini vermemizin de bizim için özel bir anlamı vardı.TRİO MARA olarak müzikal yolculuğumuz üç yıl önce başladı ve müziğimizle bir kapı aralamak istedik. Baktık ki öncemizde de, sonramızda da iç içe geçmiş ve çoğu zaman birbirine açılan envayi tür kapılar var. Sonra, geleneklerin ve toplumsal geriliklerin kapılar arkasına mahkum ettiği kadın seslerinin sırrını ararken bulduk kendimizi. Ne güzel kilamlar söylemişti zamane kadınları ve ne çok kapı açmışlardı biz ardıllarına. O kapılardan geçmek ve arkasındakileri keşfetmek arzusuyla yola devam ettik. Kadınların kapalı kapılar ardındaki seslerinden beslenerek oluştu KAPILAR (DERÎ). - Albümümüz Ahenk Müzik‘ten çıktı. Toplam 11 eserden oluşan albümde üç Kirmanckî, bir Soranî, 1 Enstrümantal, altı Kurmancî eser yer alıyor. Eserlerin sadece dört tanesi beste. Diğerleri ise üzerinden yıllar da geçse asla eskimeyecek anonim halk ezgileri. Albümdeki Kirmanckî eserlerin her üçü beste, bunlara imzasını atanlar Nina isimli şarkıda Kemal Öner, Berivan isimli şarkıda Hazırali Beyazyıldırım ve Vane Kora isimli şarkıda ise Mustafa Tural. Ayrıca Gula Min isimli eserin sözleri Dilbirin‘e, müziği Dilovan‘a ait. Eserleri icra ederken etkilenmediğimiz şarkıları seslendirmiyoruz. Bu anlamda her eserin bizim için ayrı bir yeri var. Her şarkının bir öyküsü var tabi. Mesela Vane Kora adlı eser, çocuğunu dağlarda, savaşta yitirmiş acılı bir babanın ağıdı. Yine Qumrîkê kadınların yaşadıkları trajediye vurgu yapan önemli bir eser. Yaşamları kendi iradeleri dışında başkaları tarafından belirlenen kadınların hikayesini anlatan bir eser. Berîvanê hayvancılıkla geçinen Kürt toplumunun modern aletlerle tanışmasına hicivli bir yaklaşımı dile getiren bir eser.
Bu kısa bir tanıtım videosu: http://www.youtube.com/watch?v=V-nmdG3xUAY
Nazdar isimli şarkımızın klibi: http://www.youtube.com/watch?v=n1_0dtrt8vY
Derî/Behind The Doors
Kadınlardan oluşan, kadınlar tarandan söylenmiş şarkıları klasik batı müziği enstrümanları ve geleneksel ses teknikleriyle yeniden yorumlayan Trio Mara, kemanda Nurê Dilovanî, piyanoda Nazê Îsxan, vokalde de Sakîna’nin yer aldıgı bir üçlü olarak müzikal yolculuğuna üç sene önce başladı. Kürtçe’nin Kurmancî, Kirmanckî ve Soranî lehçelerinin yanısıra, Türkçe, Azerice ve Ermenice şarkılar da seslendiren Trio Mara, halkların kültürleri arasında oluşan yapay sınırların ortak bir dil olan müzik yoluyla anlamsız kılınabileceğine ve ısrarla müzigin barışçıl diliyle konuşmak gerektiğine inanıyor.
TRİO MARA, egemen bakış açıları ve yargıları karşısında susmayan kadınların sesine, sesini katmayı amaçlıyor. Geleneklerin ve toplumsal geriliklerin kapılar arkasına mahkum ettiği kadın seslerinin sırrını arayan TRİO MARA‘nın KAPILAR/BEHIND THE DOORS isimli albümündeki tüm şarkılar bizden size bir nefes, bir ses, bir ritm olarak gelsin. Kah vahşi dağ başlarında, kah coşkun ırmak kenarlarında, kah uçsuz bucaksız ovalarda, müzikle güzel bir yolculuğa çıkmanız dileğiyle…
Yorumlar (0)