İlk göz ağrısı, bir meydan… Dar ya da geniş sokak ve caddelerden ve birbiriyle kesişen labirent benzeri en dar sokaklardan beşinin açıldığı küçük bir meydan, Plaça de la Sant Miquel. Çoğu meydanın yanında fazlaca önemi olmayan bir yer. Daha meşhur olanların yanında, ziyadesiyle küçük ve tevazu sahibi. İkinci gün, yanlışlıkla girip bir daha çıkamadığım; ilk göz ağrım. Beş dar sokak açılıyor meydana. Hükümet Meydanı’ndan hemen sağa kıvrılıp minicik dükkânında karısıyla nefis tostlar yapan ve bir başka yazıda anlatacağım “tostçu Juan”ın mekânına yaklaşınca, benim meydanın ucu görünüyor. İki yüksek duvarın arasından, nefis ışıklarıyla ve hemen fark edilen devasa bir sanat eseriyle. Metal heykel. Birazdan geleceğim buna, önce binalar.
Hemen her zaman, akşam vakti gittiğim için en belirgin olan, bazı pencerelerden süzülen sarı ışıklar. Şehirde hakim olan ışık, sarı. Sanki tüm şehri yerden aydınlatmışlar gibi. Malum şimdi Türkiye’de de moda ya. Ama boşuna da moda olmuyor, her şeyi ve herkesi olduğundan güzel gösteriyor, ayrıca daha zengin (!) doğruya doğru. Sarı ışıklı her pencere bana önce ve her nedense, New York Üçlemesi (üç ayrı yönetmenin çektiği bir film bu) filmini, özellikle afişini hatırlatıyor. Her bir katta başka pencere ve odalar, her birinde diğerinden habersiz bir diğer yaşam. Ve yine her seferinde, önemsizliğimizi de düşündürüyor.
Türkiye’de başka pencerelerden başka ışıklar ve çok başka yaşamlar… Buradakilerin diğerlerinden habersizliğini. Uzatmayayım… İşte bu ışık süzülen pencerelerden bazısı anlamsız. İçeride insan kalabalığı. Belli ki üç beş gün için kiralamış ve büyük ihtimal İngiliz turistlerin bağırtıları geliyor. Alt orta sınıf İngiliz güneş kızarıklığı ve bağırtısına talimli olduğum için o tuhaf ve boğazlanıyormuş hissi veren, ‘üç bira sonrası’ şuursuzluğunu nerede duysam fark ediyorum. Anayasacılıktan önceki mesleğim nedeniyle, tahmin edersiniz! Ama bu İngiliz ten kızarıklığı bir diğer yazının konusu olacak. Çünkü iki kızarıklığın Gümbet’te olanıyla burada olanı arasında benzerlikler ve farklar var. Merak etmiyor olabilirsiniz ama anlatmak isterim!
labirent benzeri en dar sokaklardan beşinin açıldığı küçük bir meydan, Plaça de la Sant Miquel. Çoğu meydanın yanında fazlaca önemi olmayan bir yer. Daha meşhur olanların yanında, ziyadesiyle küçük ve tevazu sahibi. İkinci gün, yanlışlıkla girip bir daha çıkamadığım; ilk göz ağrım. Beş dar sokak açılıyor meydana. Hükümet Meydanı’ndan hemen sağa kıvrılıp minicik dükkânında karısıyla nefis tostlar yapan ve bir başka yazıda anlatacağım “tostçu Juan”ın mekânına yaklaşınca, benim meydanın ucu görünüyor. İki yüksek duvarın arasından, nefis ışıklarıyla ve hemen fark edilen devasa bir sanat eseriyle. Metal heykel. Birazdan geleceğim buna, önce binalar. Hemen her zaman, akşam vakti gittiğim için en belirgin olan, bazı pencerelerden süzülen sarı ışıklar. Şehirde hakim olan ışık, sarı. Sanki tüm şehri yerden aydınlatmışlar gibi. Malum şimdi Türkiye’de de moda ya. Ama boşuna da moda olmuyor, her şeyi ve herkesi olduğundan güzel gösteriyor, ayrıca daha zengin (!) doğruya doğru. Sarı ışıklı her pencere bana önce ve her nedense, New York Üçlemesi (üç ayrı yönetmenin çektiği bir film bu) filmini, özellikle afişini hatırlatıyor. Her bir katta başka pencere ve odalar, her birinde diğerinden habersiz bir diğer yaşam. Ve yine her seferinde, önemsizliğimizi de düşündürüyor. Türkiye’de başka pencerelerden başka ışıklar ve çok başka yaşamlar… Buradakilerin diğerlerinden habersizliğini. Uzatmayayım… İşte bu ışık süzülen pencerelerden bazısı anlamsız. İçeride insan kalabalığı. Belli ki üç beş gün için kiralamış ve büyük ihtimal İngiliz turistlerin bağırtıları geliyor. Alt orta sınıf İngiliz güneş kızarıklığı ve bağırtısına talimli olduğum için o tuhaf ve boğazlanıyormuş hissi veren, ‘üç bira sonrası’ şuursuzluğunu nerede duysam fark ediyorum. Anayasacılıktan önceki mesleğim nedeniyle, tahmin edersiniz! Ama bu İngiliz ten kızarıklığı bir diğer yazının konusu olacak. Çünkü iki kızarıklığın Gümbet’te olanıyla burada olanı arasında benzerlikler ve farklar var. Merak etmiyor olabilirsiniz ama anlatmak isterim! Dönelim meydana. Sarı ışıklı pencerelerin bir kısmı çok ağırbaşlı görünüyor. Hele ki birinden, tavanı izlemek de mümkün; nefis bir beyazlık ve kenardan iki de kitaplık fark ediliyor. Bazı pencereler, pervazı yarım bazısı tam kapatmış. Yarım olanların bir kısmı da ışıklı. Sarı. Florasanı yasaklamış gibiler bu şehirde ama benim evin mutfak ve antresinde florasan var ne yazık ki; bu nedenle evimi anlatmayacağım, ışık nedeniyle. Pencerelerin bir kısmında Katalan bayrağı var. Tarihsel, mitik değerini bir yana koyalım; kusura bakmasınlar ama çubuklu sarı kırmızı forma kadar anlamlı ancak. Buna mukabil buraların rengine de uygun, sarı ve kırmızı. Bazısının üst tarafında yıldız var. Yıldızsız olanı da mevcut. Yaygın olmasa da sık rastlanan bir şey bayraklı pencere… Pencerelerin önünde, büklümlü demirden balkonlar. Çok küçük; mangallık değil de daha ziyade sigaralık. Meydanın ‘kare’ halini yaratan beş binanın da renkleri farklı. Ortak özellikleri toprak rengi oluşları. En güzelleri, kırmızıya ve kil rengine çalanları. Tabii eğer binalardan birine arkanızı verirseniz göreceğiniz manzara bu. Arkanızı verdiğiniz bina en çirkini. Yalnızca yeni olduğu için değil, fazla iş yeri gibi göründüğü için. Bizim eski Ankara PTT ile İstanbul AKM arası bir şey. Hiç bakmamakta yarar var. Binaların biri, kapısı ana meydanda olan hükümet binası. Yani Katalan yönetiminin kalbi. Pek çok başka şehirde olduğu gibi, lokantalarla, sarhoşlarla, yürüyenlerle vs. iç içe. Bizim Ulus’taki İlk Meclis binası gibi anlayacağınız. Önünden yürünebilen, çok sıkışınca duvarına işenebilen mesafede insanlara. Bir de iki katlı ve çok eski olduğu belli ama henüz ne olduğunu anlamadığım bir yapı var burada. Çok ama çok güzel ve koyu toprak rengi. Öğrenilir nasıl olsa.
Meydanın köşesinde, meydanı tanımlayan, her gelenin önünde fotoğraf çektirdiği bir metal yığını var. Bizim badem bıyıklı fışkiyeci görse delirir, sabah akşam önünden geçip tükürür… o kadar manasız görünüyor. Ama garip bir şekilde yakışıyor da. Yedi sekiz iri ve metalik renkte metal boru, yerden çıkıp gökyüzüne doğru kıvrılarak birleşip birbirine dolanıyor. Herhalde on beş metre kadar vardır boyu. Sanatçının adı Antoni. Soyadını hatırlamıyorum şu anda. Şehrin bir iki yerinde daha eseri var. Sanki önce bu eser vardı da ve şehri üzerine inşa etmişler. Çünkü o devasa metal çubukların yerle temas ettiği yerde hiçbir bağlantı izi yok. Diğer hissettirdiği ise, açıkta kalmış kablo ucu. Hani onları burup öyle bırakırsınız ya, işte sanki bu meydanda açıkta metalik borular kalmış da burup öyle bırakmışlar gibi. Peki bu meydana kimler geliyor? Herkes. Benim gibi yolunu şaşıranlar, her daim hazır üç lokantada yemek isteyenler, lokantaların karşısındaki banklarda oturmak isteyenler, diğer sokağa geçmek için yürüyenler. Bana kalırsa meydana en çok yakışanlar, uzun uzun, saatlerce bir bankta oturup meydanı ve loş ışığı seyre dalan yaşlılar. Bir kadının köpeği de var üstelik. İkisi de aynı sükunetle oturuyor.
En çok bu kadın yakışıyor. Bir de arada bir yağlı ve ateşli kandillerle gösteri yapan bir genç kadın var… ama o, sokak göstericileri yazısının konusu olur. Bu arada, meydana çok yakışan birilerini de unutmamalı. Günâhtır! Bunlar, bir uçtan diğerine yürüyen, kısa şort ve terlik dışında bir şey giymeyi akıl edebilmiş, mavi ya da beyaz elbiseli, zarif, güzel kadınlar. Onlar da çok yakışıyor, haklarını yemeyelim. Son bir şey daha var. Eğer geldiğiniz saat akşam 20.30 civarıysa ve bir saat kadar oturursanız o banklarda, kızıl toprak rengi binaların arasında kalmış, cezaevi avlusunu hatırlatır irili ufaklı taşlarla örülü bir kare meydanın tam üzerinde, laciverte dönen gökyüzünü görürsünüz. Renklerin nasıl da güzel kaynaştığını anlatması güç. Laciverte dönen gökyüzü, kızıl kahve binaların arasına bu kadar mı yakışırmış. Vallahi öyleymiş.
Konu çok, hikaye bol… sevgiler.
Yorumlar (0)