“Rü’ya” uykuda görülen/girilen misali âlem/temsili dünya. Uykuda iken gerçek yaşamdan kopuluyor, gerçek yaşama benzerlikler içeren ama çoğunlukla gerçek dünyada gerçekleşmesi zor bir takım olaylar yaşanıyor.
Bugün rüya sözcüğü yerine “düş” sözcüğünü kullanmayı yeğliyoruz. 1900’li yılların başlarında bulunan, 14 harfli Uygur alfabesiyle yazılmış “Uygurca Maniheist metinler”de geçen “tül/tüş” sözcüğü Kaşgarlı Mahmut’un 1072-1074 yıllarında yazdığı Divan-i Lugat- it Türk’te de “rüya, hayal” anlamında, yani Uygurca metinlerdeki anlamında yer alıyor. Kaşgarlı Mahmut, Uygurcayı katışıksız ve en doğru Türkçe olarak niteler.
Özetle, düş sözcüğünün kökü Uygurca'da.
1900 yılında, psikanalitik kuramının banisi Avusturyalı nörolog Sigmund Freud (1856-1939) ilk kitabı “Die Traumdeutung”u yayımlar. Kitap düşler ve yorumları hakkındadır. Freud’a göre bilinçaltına atılmış, baskılanmış ilkel istekler düşlerde baskıdan kurtuluyordu. İlkel istekler, genellikle cinsellikle ve saldırganlıkla ilgiliydi.
Oysa, düşlerin salt bastırılmış ilkel isteklerin dışavurumu olmadığını gösteren olaylar da yaşandı. Örneğin, bir yüksekokul öğrencisi güneşin kızgın gazlarla yüklü merkezinde durduğunu gördü, düşünde. Güneşe bağlı gezgenler Niels Bohr adlı öğrencinin çevresinde dönüyor, her gezegen Bohr’un yakınından geçerken ötüyordu. Gazlar soğuyup katılaştıktan, güneş ve gezegenler uzaklaştıktan sonra Bohr uyandı. Güneş sistemi ile atomun yapısı arasında benzerlik olduğunu anlatan bir düş görmüş olduğunu düşündü. Bu düş sayesinde, Danimarkalı biliminsanı Niels Henrik David Bohr (1885-1962) ortadaki bir çekirdek çevresinde dönen elektronlardan oluşan ilk “atom tablosu”nu geliştirdi. Bohr, 1922 yılında Nobel Fizik Ödülüne değimli bulundu. 1999 yılında tüm zamanların en iyi fizikçileri arasında yapılan oylamada Albert Einstein, Isaac Newton, ve James Clerk Maxwell’den sonra 4. sırayı aldı. Bohr’un atom tablosu zaman içinde değişikliklere uğramışsa da temel ilkeleri geçerliğini korudu.
Çağdaş atom kuramı görülen bir düş sonucu yaşama geçirilmişti.
Düşlerin “hayırlara vesile olabileceğinin” ayırtına ilk kez 590 yılında Papalık varmış. Düşleri “ilahî” ve “şeytanî” olarak ikiye ayırmış. Ayırmış da, şairimiz İlhan Demiraslan (1928-1980) “şeytanî” düşlerin de yararlı olabileceğini “Bekâr” başlıklı şiiriyle vurgulamıştır:
“Ben bir bekâr adamım Param yok ki karım olsun Geceleri şeytan girer rüyama Sağ olsun.”
Yalnızca şairlerin değil, öykücülerin de düşlerin yararları üstünde durdukları izlenir. Fikret Ürgüp (1914-1977) “Rüya Tiryakisi” başlıklı öyküsüne:
“Klasik müzikteki kuarterler kadar düzenli ve anlamlı ama dayanılamayacak kadar can sıkıcı ve tatsız olurdu yaşamak, uykuda ya da uyanık görülen rüyalarolmasaydı” diye başlar.
Ressamlar, uyanıkken düş görenlerdendirler.
Söylenceleri görselleştirmeleri, uyanıkken düş görmeden olanaklı değil. Cennet, cehennem, Meyvesi yasak bilgi ağacı, Nuh Tufanı, Nuh’un gemisi, Altın Çağ’daki yaşam, Tanrılar ve Titanlar savaşı, Afrodit’in “deniz köpüğü”nden doğuşu ve bir deniz kabuğu içinde toprağa ayak basışı, Meryem’e Kutsal Ruh’tan hamile kaldığını bildiren Cebrail, vb. betimlemeleri gözle görülerek mi, düş görerek mi yapılmıştır?!
Gerçeküstücü resimleri, -- Salvador Dali, René Maggritte, Paul Delvaux, Giorgio de Chirico, Max Ernst ve daha nice benzerlerinin tablolarını geçirin aklınızdan; her biri “düşün dibi” diye nitelenmez mi?!
Günümüz ressamları da düşlerini tuvallere aktarıyorlar. Biri, bir hemşehrimiz. 1976 Ankara doğumlu, 2002 Gazi Üniversitesi Resim ana sanat dalı mezunu, Kültür ve Turizm Bakanlığında görevli Kadir Öztoprak. Şimdiye değin sergilediği yapıtlarının ana izleği değişmedi: Düşler, düş görenler...
İlk ağızda belirtmeliyim ki, Öztoprak’ın gördüğüm resimlerinin hepsi bana sesleniyor. Her biri, düşlere yakışır gizemler içeriyor. Her birinde zihni devindiren bir tılsım var. Kiminde Raymond Peynet’nin, kiminde Marc Chagall’ın birbirine sevdalanmışlarını görüyorum. Kimi tabloları, Pierre Bonnard’ın “Dünya Cenneti”, “Siesta” ve türlü manzara resimlerine yolculuyor beni.
Dediklerim, sakın ola ki, kötüye yorulmaya. Öztoprak, andığım ressamlar, andığım resimlere benzeyen, o ressamlardan, resimlerden esinlenilmiş görüntülere imza atmış demek istemiyorum. O ressamların resimlerince etkileyen resimler yapmış demek istiyorum.
Yaz mevsimi dolayısıyla düzenlenen bir karma serginin e-mail duyurusunda Öztoprak’ın bu sayfada izlenen resmi de yer alıyordu. Bir süre takılıp kaldım. Gözlerimi alamadım. Birden ayırt ettim ki, düş “yazıyorum”. Ya da Öztoprak’ın anlattığı düşü dönüştürüyorum.
Omuz omuza bir çift kedi, gökteki uçurtmayla yarışan üç kırlangıç, uçurtmanın sahibi bir kız, bitki örtüsünün içinde kırlangıç yavruları ve genç bir kadınla sırt sırta vermiş bir eşek.
Biraz dikkatli ve uzun süreli bakın resme, kendi kendinize de olsa, masalınızı yazmaya/anlatmaya başlayacaksınız. Ya da uyanıkken düşleyenlere karıştığınızı hayretle sezeceksiniz.
1. Maniheist. Mani dininden olan. 3. yy.’da Pers İmparotorluğu içinde Mani diye anılan kişinin kurduğu kutsal kitabı Arzhang olan ve kısa sürede çok geniş bir coğrafyaya yayılmış olan din Mani dini ve/ya da Maniheizm diye anılıyor.
Yorumlar (0)