Ankaralı değilim ben. Amma ömrümün memleketimdeki kadarını buraya hasrettikten sonra artık gönül rahatlığıyla diyebilirim bunu: Eskiden böyle değildi buralar. Ankara’nın toza, ambalaj ve sigara izmaritine kesmiş sokakları dev bir fırın gibi ağzını harla açmazdan evvel batmakta olan bir gemi gibi patır patır boşalırdı. Cebeci ve Kolej’in Çankırı ve Çorumlu ev sahipleri evlerini yenilerine birer buçuk misline verebilsin diye memleketlerine dönen üniversite talebeleri birer birer eksilirdi. Parafladıkları binlerce evrakın arasından güneş yağlı, bermuda şortlu, uygun fiyatlı, taksitli tatillerin hayallerini şubat-mart gibi görmeye başlayan memurin takımı çekilirdi. Sanki bütün yıl SSK İşhanı’nın önünde Tuzluçayır otobüsü beklemişler gibi stresten dem vuran şehir ekâbiri de Ankara’yı bırakıp gitti mi tamam... Koca şehir bütün sağlamları cephede bir kasaba gibi üç-beş kişiye, bir avuç aylağa kalırdı. Metro merdivenlerinde sağdan inilip sağdan çıkıldığı yıllardan bahsediyorum, evet. Babam olsa, “zamanın behrinde” derdi.
Yaz okuluna kalanlar ya da kaldım diye aileye maval okuyanlar, memlekete dönse babasının dükkanına, akraba düğünlerine, taşra kasavetine ya da büyüdüğü evin ine-çıka eskittiği yokuşuna, sokağına demir atacak olanlar, ailesi komşuya oturmaya gitmiş yaramaz kardeşler gibi kalırdık biz bize. Şehrin işe yarayanlarından arta kalanlar gibiydik. Bütün o küçüle küçüle bir karış kalan görkemli meydanlar, şehrin takım elbisesine inat gibi duran, limonata serinliğinde parklar, klimasına kurban olduğum kitapçılar, ıssızlıktan ve cehennemî güneşten akşama kadar taş kesilen simitler, kır pideleri bize kalırdı hep. Kimse bize, “Sular akmıyor, iyisi mi siz kıyı boyundaki akrabanıza ziyarete gidin!” demezdi. Halk otobüslerinin biletçileri “Arkalarda boş yer var, ilerleyelim!” diye azarı kaymazdı, tenhalaşan Batıkent metrosunda karşıberi oturanlar arasında “Ne bakıyon?” kavgaları çıkmazdı. Biz hepimiz iple çekerdik yazın gelmesini. Yazın, bütün kış sırtımızda taşıdığımız Ankara, önümüzde eğilirdi Bakanlık odacısı gibi çünkü. Basbayağı bizim olurdu, bize kalırdı. Sıcağı ve kurutan bakışlarıyla toprağı kurabiye gibi çatlatan, damar damar bölen güneş bile bozamazdı keyfimizi. Şimdi öyle mi? Değil. Ankara, şimdilerde buzlu cam arkasından görünüyormuş gibi hatırımıza gelen anılarımızı yutarak büyüyor. Daha da kalabalık, daha da işsiz, daha da “Vatandaşlık”, daha da “Genel Kültür-Genel Yetenek”, daha da “Matematik” oluyor. Ve koca şehir, devrilip bu kamaştırıcı güneşin altında yatan bir hayvan ölüsü gibi duruyor ortamızda; her gün daha da kötü kokuyor. Biz ona dokundukça daha da kötü kokuyoruz; sızlıyor burun direklerimiz yan yana geldikçe. Birbirimizi göresimiz bile gelmiyor bu sıcakta, sırf bundan. Sıcağı, kuraklığı, sokaklarından tüten teriyle bir “Pardon!” kalabalığında yaşıyoruz her günü. Çünkü artık yazları da sırtımızdan inmiyor Ankara, geçinme tatile çıkmıyor, bir iş tutmak, sırtı gri binaları ve antetli kağıtlarıyla bizi hizaya sokan devlete dayamak sevdası bırakmıyor peşimizi. İş tutmak derdine güreş tutuyoruz ter içinde kalmış Ankara’yla; temmuz, ağustos demeden. Tarihten soru kaçırmak istemiyoruz çünkü bir sene daha, Vatandaşlık’ın şaşırtmalı soruları bizi bir sene daha şaşırtmasın istiyoruz.
Nerde bir parça mavi görsek onu denize tamamlıyor, ejderha soluğu vurmuş gibi harlı sokaklarda bir apartmanın girişinin davetkar serinliğine hamaklar kuruyoruz aklımız içinde. Ankara açıkta bıraktığımız ekmeklerimiz, paketi açılmış sigaralarımız, bir türlü çaresini bulamadığımız parmak aralarımız gibi kurutmaya devam ediyor bizi yazları. Ankara bizi yemeye doyamıyor artık; ona nasıl da muhtaç olduğumuzu biliyor gibi. Ve ben şimdi, felç vurmuş gibi hareketsiz ağaçlara, sıcaktan teri tuzuyla üstünde kurumuş tüm eşyaya bakarak kahırlanıp Ankara’nın o bize, şimdilerde tek derdi Genel Kültür-Genel Yetenek’ten ful çekmek olan düşkünlere kaldığı günleri özlüyorum. Nasıl da sığınırdık gölgesine pasajların, nasıl da serin otururduk banklarda, Yüksel’de, Kurtuluş Parkı’nda… Dilimizin üstünde bir top dondurma gibi kayardı tenha sokakları, elimizdeki külahın bozkırlığına bile aldırmazdık.
Yorumlar (0)