Ne kadar beğenmiş, nasıl hoşuma gitmişti bu başlangıç. Daldım, gittim o günlere. Taşradan gelmiştim 60’ların Ankara’sına. Sonra dalıvermiştim o zamana kadar hiç tanımadığım bilmediğim bir hayata. Ders yerine sinemalar, klasik müzik konserleri, tiyatro, opera, derken olan olmuş, okuldan ayrılmak zorunda kalmıştım. İşte o günlerin bıraktığı tortulardan biriydi elimdeki kâğıt.
Altmışların sonlarıydı. Öğrenci yurdunda, bir yerlerden bir daktilo bulmuş, ders notlarını çoğaltıyorduk. Yazmaya ara verdiğimiz bir sıra, daktiloya bir kâğıt takmış, yukarıdaki satırları yazmıştım.
Sarı renkli pelür kâğıda yazılı satırları okumayı sürdürdüm:
Dudaklarının arasında galiz bir küfür savurdu sessizce. “Yine o lanet olası felsefe takıntılarından biri.” dedi, bir sigara yaktı.
- Bir sigara verir misin?
Ses, kalabalıkla arasında ördüğü duvarı yıkıp geçmişti. İrkildi, gözlerinde korkuyla, öfke arası bir bakış, başını kaldırdı. Uzun, siyah saçlı, kot pantolonlu bir kız duruyordu karşısında. “Kalabalık içinde yalnızlık” duvarını yıkan bu ufak, tefek kızdı.
- Bir sigara verir misin? dedi kız yeniden.
Mekanik, istem dışı bir hareketle uzattığı paketi alan kız bir sigara çıkardı, dudaklarının arasına koydu, bekledi.
- Yakar mısın?
Acemi hareketlerle çakmakla boğuştu bir süre. Sonunda sigarayı yakmayı becerdi.
- Neden öyle şaşırdın?
Bir şey söyleyecekmiş gibi dudakları oynadı ama...
- Hiç sigara isteyen insan görmedin mi?
- Sigara isteyen insan gördüm de hepsi erkekti onların. Üstelik hepsi de arkadaşımdı.
Konuşabildiğine, üstelik düzgün cümle kurabildiğine çok şaşırdı. Caddenin kalabalığı, “kalabalık içinde yalnızlık” duvarının parçaları üstüne basarak, tüm gürültücülüğü, tüm umursamazlığı, tüm acımasızlığı ile sağından solundan geçiyordu.
-Ne olmuş yani, kız olduysam, canım hiç sigara çekmeyecek mi? Canım sigara çekince illa
bir paket sigara mı almalıyım? Kadınların, erkeklerden sigara istemeye hakkı yok mu?
“Hah, bulduk işte kaybetmezsek.” Aklından geçen düşünce gülümsetti İhsan’ı.
-Ne gülüyorsun, komik mi yani? -Felsefe mi okuyorsun?
-Hayır Coğrafya. Neden sordun? -Hiiç, öyle işte...
-Yok, yok söyle bakalım neden?
Şaşkınlığı yerini öfkeye bırakmaya başlamıştı. Ne güzel kendi kendine yürüyüp gidiyordu. Gelmiş, o özene bezene kurduğu duvarı yıkmış, tutup çekivermişti kalabalığın içine.
- Neden yıktın duvarımı?
Şaşkın, biraz da ürkmüş sordu:
- Ne duvarı yaa, dalga mı geçiyorsun?
- Sigaranı aldın, yaktım da. Bırak yakamı da git
işine.
Geri dönüp yürüdü.
- Ne duvarı diye sordum. Cevap ver.
Kız arkasından yetişmiş, kolundan tutmuş, çekeliyordu.
- Üstelik, neden “Felsefe mi okuyorsun?” diye sorduğunu da söylemedin.
- Bunlar öyle ayaküstü, kalabalığın ortasında konuşulacak, anlatılacak konular değil.
Zaten, anlatsam da anlamazsın...
- Nedenmiş o, çok mu aptal görünüyorum? Yoksa sen çok mu zekisin?
Alçak sesle saymaya başladı:
- Bir, iki, üç, dört...
- Kırka kadar mı sayacaksın, yüze kadar mı? Az mı kızdın, çok mu kızdın?
- Madem o kadar merak ettin, gel bakalım...
Kolunu kurtardı, kızın elinden tuttu, yürümeye başladı. Kız da yanında yürüyordu. Kaçamak bir göz attı. Çok güzel değildi ama fena da değildi. “Üstelik akıllı da.”
Birden fark etti, ilk defa bir kızla el eleydi; bir daha baktı, göz göze geldiler, utandı başını çevirdi...
Evin kapısını açtı, kenara çekildi, kız içeri girdi. Ürkekçe hemen girişte durdu. İhsan kapıyı kapattı.
- Geç, otur. Böyle kapı önünde mi dinleyeceksin beni?
- Evde kimse yok mu?
- Var da, senden utandıkları için saklanıyorlar. - Espri mi yani şimdi bu?
Sinan geldi aklına, gülümsedi:
- Espri Fransızca bir sözcüktür, 40 küsur anlamı
vardır. Sen hangi anlamda kullandın? -Anlamadım?
- Espri dilimize Fransızcadan girmiş bir sözcüktür. 40 küsur anlamı vardır. Hani sen, “Espri mi yani şimdi bu?” diye sordun ya, ben de hangi anlamda kullandığını merak ettim.
- Yani, şey anlamında...
- Öyle kapının önünde mi duracaksın?
Kız, biraz mahçup, geçip oturdu koltuklardan birine.
- Ee, önce hoş geldin. Benim adım Korkut. - Benimki de Mine, hoş bulduk.
- Sondan mı başlayalım, baştan mı?
- Anlamadım?
- Yani diyorum; son sorunun yanıtından mı, ilk sorunun yanıtından mı başlayayım?
- İlk soru neydi ki?
İlk yazdığımda öykünün bundan sonrası yoktu. Bir tek sayfaydı tüm yazabildiğim. Sürdürememiştim öykünün örgüsünü, cesaret edip kimseye de göster... Yoo, Cihan görmüştü. Görmüştü de tamamlamam için cesaretlendirmişti beni. Hatta o tamamlanmış haliyle gazetede bile yayımlanmıştı. Nasıl da gururlanmıştım o zaman. Gençlik işte.
Bavula uzandım, bir türlü atmaya kıyamadığım, neden atmaya kıyamadığımı da bilemediğim, iyice sararmış gazete kesiklerini, üçüncü hamur kâğıda yazılmış ders notlarını karıştırdım, öykünün yıllar sonra yazılan kısmını buldum aralarından. Silinmeye başlamıştı yazılar, ama okunuyordu yine de:
- İlk soru “Bir sigara verir misin?”di.
- Yine espr... Yine alay ediyorsun değil mi? - Yoo, çok ciddiyim.
- Hayır o değildi ilk soru.
- Sen söyle o zaman, neydi ilk soru?
- “Neden yıktın duvarımı?” diye sormuştun.
Dudaklarını ısırdı, önüne baktı, sonra yeniden kıza baktı, bir şey söyleyecekmiş gibi ağzını açtı, dudakları oynadı, ama bir türlü söze başlayamadı.
- Ee?
Ağzından anlamsız bir iki ses çıktı. Nasıl anlatacağını bilemiyordu. Önce tavana, sonra pencereden dışarıya baktı. Derin bir nefes aldı, konuşmaya başladı:
- Bak şimdi, benim bir arkadaşım var Sinan. Onunla oturur konuşuruz geceler boyu. Bazı
akşamlar çıkarız evden, yürürüz saatlerce.
Hem konuşur, hem yürürüz. Çok aptalca, çok çocukça konuları da konuşuruz, çok ciddi,
çok yaşamsal konuları da. İşte o gecelerden birinde ortaya çıkıverdi bu duvar olayı. İkimiz de kalabalığın bizi ne kadar rahatsız ettiğinden söz ediyorduk. Uzun uzun tartıştık, sonunda çözümü bulduk. Kalabalıkla aramıza düşünceden
oluşan bir duvar örecektik. Bir iki denemeden sonra başardık da. Artık, kimse bizi rahatsız edemiyordu. Ta ki, sen gelip o soruyu soruncaya kadar.
- Hangi soruyu?
- “Bir sigara verir misin?” diye sordun ya bana. - Ee?
- O sırada ben kendime küfür ediyordum.
- Kendine küfür mü ediyordun, ama neden?
- Çünkü yine felsefe yapmaya başlamıştım.
- Felsefe yapmaya mı?
- Evet, sigara yakmadan az önce, “Ayakkabılarımın burnunu görüyorum, öyleyse önüme bakıyorum.” diye düşünmüştüm de o yüzden kendime kızmış, küfür ediyordum.
Hayretle sordu Mine:
- Nesi var ki bu lafın?
Doğruldu, dikkatle baktı kıza. “Olamaz, bu da bizim kafadan.”
- Hay şansımın içine...
Küfür dudaklarından çıkmadan tutabildi kendi.
-Efendim?
- Yok bir şey.
- Var, var.
- Yok bir şey dedim ya...
- Niye kızdın? Hoş bir akıl yürütme işte.
Kız birden gülümsedi:
- Ha, sen onun için bana “Felsefe mi okuyorsun?” diye sordun.
Elini cebine attı, sigara paketini aradı. Birden hatırladı, o hayhuy arasında sigara kızda kalmıştı.
- Bir sigara verir misin?
Birden durdu, gülmeye başladı. Mine, şaşkın, biraz da ürkmüş bakıyordu. Sonra soruyu hatırladı, o da gülmeye başladı.
Gülme krizi yaklaşık on beş dakika sürdü. Sonra sakinleştiler, birer koltuğa oturdular. Korkut yerinden doğruldu.
- Ben bir çay koyayım.
- Zahmet olmasın.
İhsan gülümseyen bir yüzle baktı. Mine de güldü. Sözleri ona da saçma gelmişti. Korkut mutfağa yöneldi...
Çayın şekeri erimişti ama Korkut hâlâ karıştırıyordu.
- “Felsefe mi okuyorsun?” diye niye sordun?
Korkut’tan hiç ses çıkmadı, çayı karıştırmayısürdürdü. Soruyu duymamıştı anlaşılan. Mine uzandı, eline dokundu.
- Burada mısın?
- Hı, ne, kim?
- Yine duvar mı?
- Yok, dalmışım öyle. Ne oldu?
- Hani, “Felsefe mi okuyorsun?” diye sormuştun ya.
- Eee?
- Niye sordun?
Güldü, gözünün ucuyla kıza baktı. Gözlerini dikmiş, sorusuna cevap bekliyordu. Ensesini kaşıdı. Sıkılınca hep böyle yapardı.
- Şimdi...
Sustu, kelimeler kafasının içinde dönüp duruyordu da, bir türlü düzgün cümle halinde dizilemiyorlardı. Ağzını açtı, kapattı. Konuşmayı denedi, başaramadı. Kafasını toplayamıyordu bir türlü. Hiç böyle olmamıştı. Yine gözünün ucuyla kıza baktı. Meraklı gözlerle bekliyordu söyleyeceklerini.
- Hani sen sigara istemiştin de, ben salaklaşmıştım. Sonra da sen bir güzel azarlamıştın beni; yok kadınlar sigara isteyemez miymiş, yok kadının canı sigara isteyince illa paket mi almalıymış. Hatırladın mı?
- Evet, ne olmuş?
- Hah, o söylediklerin bana biraz felsefi gelmişti de ondan sormuştum.
- Ee?
- Ne “ee”si, başka bir şey yok işte. - Bu kadar mı?
- Bu kadar.
- Bunda anlaşılmayacak bir şey yok ki. Yani öyle ayaküstü de anlatılabilirmiş. Öyle ukala bir tavırla, “Ayaküstü anlatılmaz, anlatsam da anlamazsın” falan lafları etmeye de gerek yokmuş.
Ne yani, sırf seni meraklandırıp, eve atmak için mi söyledim sanıyorsun o sözleri?
- Ben söylemedim, sen söyledin. - Ne söyledim?
- Beni eve atmak için...
Korkut, oturduğu yerde doğruldu, yüzü öfkeden kıpkırmızı oldu.
- Bak kızım, kapı orada, kilitli de değil, al pılını pırtını, git nereye gideceksen. Eve atmakmış...
- Ne kızıyorsun, yani olabilir diye...
- Seninle tartışmayacağım. Ne düşünürsen, nasıl düşünürsen düşün umurumda değil. Sorularının yanıtını öğrendin, çayını da içtin, hadi evine.
- Evim yok benim, yurtta kalıyorum. - O zaman yurduna, hadi.
- Yurdun parasını ödeyemedim...
Öfkesi sabun köpüğü gibi söndü Korkut’un. Yurtta kalırken, aynı şey onun da başınagelmişti. Az köşe kapmaca oynamamıştı yurt müdürü ile.
- Ee, ne yapacaksın şimdi?
- Bilmem, bir arkadaşım var Dikmen’de onun yanına giderim belki ya da ne bileyim Bekir ağabeyden bir iki gece idare etmesini isterim.
- Şimdi burada kal desem yine yanlış anlarsın.
Hemen diklendi Mine:
- Olmaz öyle şey, aklından bile geçirme.
- İyi, git o zaman o arkadaşına. Dikmen’de oturuyor demiştin değil mi? Ya da yalvar yakar Bekir ağabeyine.
- Yanlış anladın.
- Neyi yanlış anladım?
- Öyle demek istemedim. - Nasıl demek istedin?
- Offf!!!
İkisi de sustu. Sessizliği ilk bozan Korkut oldu:
- Enver Marmaris’e gitti. Odası boş, kapısı da kilitleniyor. Sinan da turnede bir hafta yok, onun kapısında da kilit var. Kalırsın o odalardan birinde.
- Bir şey demesinler.
- Kimler? Sinan’la Enver mi?
- Evet, yani... Sorun olsun istemem.
- Ne sorun olacak? Sinan da, Enver de nişanlı. Nesrin’le Nahide canları sıkıldığında çat kapı gelirler. Bizde sorun olmaz böyle şeyler.
- Ama eşyalarım yurtta...
- Tamam, bir şeyler uydururuz şimdi.
Birden karnının acıktığını fark etti. Kızın da karnı açtı büyük olasılıkla.
- Karnın aç mı?
- Evet.
Gözlerini önce mutfağa, sonra kıza çevirdi,
- Makarna mı, yumurta mı?
- Makarna.
- Salçalıdan başka şansın yok ama. - Yoğurt varsa.
- Şansını zorlama.
- Eh, ne yapalım...
Öykünün bundan sonrası hiç hoşuma gitmemişti. Zorla bitirdiğimden midir, nedir, bir türlü ısınamamıştım devamına. Şimdi de aynı soğukluk yansıyordu o soluk kâğıtlardan. Kucağımdaki kâğıt tomarını bavula koyarken Nazım’ın “Meşin Kaplı Kitap” şiirinden iki satır geçti aklımdan:” ..... Varsın gömülsün diye bir ebedi uykuya / Attım kör bir kuyuya.”
İşte böyle, tıpkı “Bitmemiş Senfoni” gibi, yazarının bir türlü tamamlayamadığı onlarca yapıt gibi, bu öykü denemesi de “kör bir kuyuya” değilse bile eski bir valizin içine atıldı gitti.
Yorumlar (0)