Ankara’ya yerleştiğimizde onbir yaşındaydım. Kaldırımları at kestaneli yine böyle bir ekim ortası, yeni kaydolduğum okulumun pencereleri bana dar gelirken; aklımı en çok meşgul eden şey, çocuk olduğum yere geri dönmekle ilgiliydi. Üç yıl sonra aşka dair bir fkrim olana dek bu kenti sevmemekte ısrar ettim. Hiç sevmedim. Birbirinden hoşlanmayan bir sürü adam ve kadının yaşadığı kocaman bir ev gibiydi; soğuktu ve her şeyden önemlisi, kış akşamları soluduğumuz kömürlü hava bize, evde günlük doldurtmaktan başka bir alternatif vermiyordu. Benimle katiyen ilgilenmemesi daha da yıkıcı oldu; fakat geç kalmıştım. Çok sarhoş, çok kaygılı bir küçük kıza dönüşmem, pek uzun zaman almadı: Ondört olurken övündüğüm tek şey, ona duyduğum hayranlığın mide boşluğumda genişleyen sızısıydı. Neyse ki Ankara’da baharları, hep kiraz ağaçları açıyordu. İşte yani birden, Ankara güzeldi; güzelleşti.
Bahar geldi ama gelin görün ki kışları yazdığımdan da çok günlük sayfası birikti. Tayyareden denemeler, tahin-sucuk edebiyatlı öyküler, karalıyordum. Dağılmış bir şeyi toplamak gibi değildi de; düpedüz kendimi hiç yoktan, en başından tasarlıyor, oluşturuyordum. Onu öyle tek başıma; bilhassa da kendimi küçümseyerek sevmenin acısı, dayanılmazlaşınca; kitaplarla dergilere sarılıyor, parklarda geziniyor, insanları ve şehri izliyordum. Ne yaparsam yapayım; bu kente yabancı kalmayı nasıl atlatamıyorsam; varlığım da her şeyiyle onun dışında kalıyordu. Yine de bana öyle geliyordu ki; birbirine uzak mahallelerde otursak da bana, sabahları birlikte uyanıyormuşuz hissini veren tanrısal bir bağa eklemlenmişti(k). Eklemlenmiştim. Muhteşem heyecanlı bir hikayeydi. Yine de yanılıyordum. Aslında, aramızda kuvvetle duyumsadığım bu derin bağlantı, -bilhassabenim gibi yerini yurdunu yadırgayanlara ilaç gibi gelen bir “ortaklık” duygusundan ileri geliyordu. Beni, yüzüne bile bakmadığım bir kentin, üç yılın sonunda yapraklarıyla konuşur hale getiren şeyle aynıydı: okul servisinde, kantinde ve büyük bulvarın köşesinde birikerek bana ve tüm kent sakinlerine karışan ve her seferinde özgün kalabilen bir mekansal belleğin; “o” da, fziksel varlığı ile ister istemez parçası oluveriyordu. Habersizce. Elinde olmadan. Fiziksel olarak yanımda bulunmadığı ev hallerinde, birdenbire radyoda çalan şarkının ortasından, saçları ve gözleriyle yanımda belirivermesi de yine böyle gerçekleşiyordu: “Onu” da kapsayan mekansal hafızamı genişletmek için, varlığını düşümde yeniden üretiyor ve evimin içinde de var olmasını sağlıyordum. Bu sayede uzun bir süre aşık kalmayı becerebildim. Zaman bizi bölerken; mekanlar vasıtasıyla cismen ve ruhen bir arada kalıyorduk-kaldığımıza inanıyordum.
Birlikte gidemediğimiz pek çok yer oldu. Ama sinema bunlardan biri değildi. Kültürün henüz, bizi yutan endüstrisinin bu kadar büyük bir ağzının olmadığı vakitlerden birinde, Tunalı’daki Kavaklıdere Sinemasının kalbimi sığdıramadığım ortanca salonunda, flmin başlamasını bekliyordum. Film mi? Filmi hatırlamıyorum. Koltuk sıralarının, onu ensesinden tanıyabilmemi sağlayacak bir numarasında; yani aslında çok yakınında, yakınında...ama uzaktan gördüm. Onu. Üstelik bir seferle de kalmadı. Bu kadar tesadüf de fazlaydı. Onun izlediği bir şeyi, onunla aynı anda izlemek güzelliğine, övgüyle geçen birçok yüzon dakikanın sonunda izlemeyi sevdim. Filmleri ve hışırtılı molaları. Kavaklıdere Sineması’nı. Ankara’yı. Ve hepsine birden duyduğum sevginin özgül ağırlığı, o’nun bedenine sıkıştırdığım ilahi yükü bir zaman sonra aştı. ‘69 da kurulan Kavaklıdere Sineması’nın gerçekliğini tüm bileşenleriyle kavrayabilmek için ise daha uzun bir süreye ihtiyacım vardı.
Dünyadaki envai çeşit orijinden yapıma, çok kısa bir çabayla ve üretim kalitesiyle ulaşabildiğiniz şu her yeri dökülen travmatik modern zamanlarda; bir günde şarap yapmayı öğrenebilecek kadar bilgiye erişebilir güçteyiz. Beri yandan, çocukluğun bize öğrettiği bir şeyi anımsamaya korkuyoruz; doğrusu anımsayamıyoruz. Oysa anlamak, bir hatırlamak, bir beklemekle ilgili; yani aslında bir dem işi ve korkarım her şeyi bilebilme lüksüyle donatılmış bu soytarı halimizin bir halttan anladığı da yok. Avuç dolusu kavranarak ağıza tıkılan kötü besinler, hızlı hızlı okunan kötü kitaplar, kenarları fırfırlı çay bardaklarının yaşamımızda ne işi var? Bize ne anlatıyorlar? Sokaklarımızı ve o sokakları insana benzeten güzel mekanları, kendi ellerimizle bağzı adamlara teslim ettik; aslında hiç izlemeyeceğimiz flmler için AVM’lerde kuyruklara giriyor; yine de sevinç duymuyor ve araba çekilişleri için kupon dolduruyoruz. Tanıdık gelen her şey hakkında, kontrolsüz bir serbestlikle konuşunca, orgazm olduğumuz da doğru. Ruhumuz ve kalbimiz, kavramaya fırsat bulamadan çiğneyip yuttuğumuz her eciş bücüş hayat bilgisine denk gelen bir uyduruk iktidarsızlık bahanemiz, nasılsa hazır olacak çünkü. Şarabın bir ruh kazanmasını görebilmek için mahzenlere inmek ve beklemek gerek; yöntemlerini ezberlemek üzere bilgisayarlara elektronik kitap indirmek değil çünkü. Çünkü çünkü çünkü,...çünkülerim çok fakat yazık ki yirmisekiz yaşımın Ankarası beklemeye inanmıyor. Ondört yaşımın sevgili Kavaklıdere Sineması da bu yüzden dört yıldır kapalı duruyor. Şehirde dolaşan dedikodulara göre, yakın zaman sonra bir ticari markanın yeni şubesine ev sahipliği yapma ihtimali var ve bu beni delirtiyor.
Sizi de delirtmeli. Çünkü bu sinemanın; benim kişisel tarihimden de, sizin Kavaklıdere’nin salonlarını tanıyıp tanımamanızdan da bağımsız bir kimliği var. Hem hepsinden müteşekkil hem hepsini aşan bir toplumsal belleğe hizmet etmişliği var. Ve coğraf olarak yer kaplıyor olmasına rağmen; dünya üzerinde kültürel bir varlık teşkil etmiyor; pratikte mevcut ancak teoride yaşamıyor... Bir zaman sonra birileri daha çok alışveriş yapıp, kredi kartlarını patlatarak başka birilerini zengin edebilsin diye, kent hafızasında taşıdığı anlama da tatlı bir tırpan vurulmuş olacak. Kimsenin canı acımayacak.
Halbuki acımalı. Canımız acımadan öğrenebiliyor muyuz ki? Canımız acımadan mücadele edebiliyor muyuz ki? Ondört yaşındaki nefn’in bile bu konuda bir fkri var: Bizim bir araya gelmemizden çok korkuyorlar. Bir araya gelip birbirimize aşık olmamızdan korkuyorlar! Kendilerininkine alternatif olacak kamusal alanların artmasından korkuyorlar! Gerçi duysalar fena da olmaz. Öyle ki, biz Ankara’nın sokağa çıkan Gezi çocukları olarak AVM’lerin değil; mahalle ve semtlerin sinemalarını geri istiyoruz! Hatırlamaktan korkmamak, hatırlananlarla barış içinde öğrenmeyi önemsiyoruz! Derya’yı, Akün’ü Maltepe’yi, Nergiz’i ve Batı’yı böyle kaybettik; bu sefer Kavaklıdere Sineması kazansın istiyoruz.
Kavaklıdere Sineması kazanırsa; bu yalnızca sokakların, festival flmlerinin, emekçi sinemacıların ve sinemaseverlerin değil; küçük kazançların, ufak adımların, kanaat edenlerin, küçülmeyi değerli bulanların; yani direnip gaza boğulurken de, mekanları yeni bir anlayışla yeni baştan kamusal alana dönüştürülürken de kentini yalnız bırakmayanların zaferi olacak! Sanıyorum, o zaman gerçek şaraplar içecek ve anlayamamaktan korkmayacağımız flmlere de gideceğiz. Elbette, bunları yapma özgürlüğümüzün olduğu biz’e ait mekanlar, çocukluk aşklarımız gibi birer kara delik olmaz ise... Kısmetse.
Yorumlar (0)