Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Bir Zamanlar

“…Anne karnında başlar suçluluğum Yüzyılar önce azınlık doğmuşum Biraz konaklama az bir soluklanmadan Hududa konmuş yolara itilmişim…” (Uzayıp Gider Liste, 1988, Beki L. Bahar)

Bir Zamanlar

Masalar böyle başlar ya; “bir zamanlar” ben de böyle başlıyorum. Masal mı hikaye mi bilemedim üstelik. “Ankara Yahudi topluluğu çoğu zaman bin kişiyi aşmayan bir topluluk oluşturmuştur. 1935-1955 yıları arasında bu sayı aşılmıştır. İkiüç bine çıktığı olmuştur. Ayrıca şu cümleleri okuyup da günümüzü düşündükten sonra malesef sonu pek de iyi bitmiyor. “İki bin yılında on, on beş aile ya var, ya yoktur.” Bir zamanlar Yahudiler de varmış Ankara coğrafyasında. Hata 20.yüzyılın ortalarına kadar bir Yahudi mahalesi de varmış Ankara’da.

Bu mahaleye çocuk yaşta gelip yılarca Ankara’da yaşayan Beki L. Bahar kaleme almış ‘Efsaneden Tarihe Ankara Yahudileri’ isimli kitabıyla bu cemati ve Yahudi mahalesini. Bir sorunun peşine düştüm ve onu aradım bu kitabın satırlarında! Beki L. Bahar, Ankara’ya geldiği ilk günü ve gözlemlerini şu cümlelerle aktarıyor: “Ankara... Ankara’ya olan sevgim ve geçmişine olan merakım kuşkusuz çocukluğumla ilgili. On yaşındayken İstanbul’dan gelip tek bir gece geçirdiğim Yahudi mahalesinde sabah uyandığımda pencereye koşmuş, değişik bir görüntüyle karşılaşmıştım. Oluklu kiremiten damlar, basamak basamak gelişi güzel uzanan damlar... Konuk olduğumuz ev köşe başındaydı. İkinci ve üçüncü katan görülen mavi göğün altında dalga dalga kırmızılığını yitirmiş kiremitten bir deniz... İstanbulu düşünüp buruk buruk bakarken, aşağı katlardan bir genç kız -Tamar Levi- seslendi: ‘Ermanaaa ermanaa!’ Misafiri olduğumuz teyzemin kızına sesleniyor ve ona yardıma gelmek istiyordu.

İlk olarak duyduğum bu çok sevecen kelime, ‘kardeş’ anlamına gelen bu sesleniş mi sevdirdi bana bu kenti ve insanlarını ?...” diye bir soruyla başlar söze sanki aynı sorunun cevabını ararcasına ve devam eder: “Ankara Yahudileri, sokak çeşmelerinden eve su taşıyan, kömür odun kıran, ateş yakan, ev işlerine yardım eden nasırlı eleri, alınları dövmeli kırsal kesimden gelmiş bu kadınlara ‘bacı’ sözcüğünden Yahudileştirdikleri, yaşça küçüklüğü kadar sevgiyi de belirten ‘ka’ ekini ekleyerek ‘baciika’ diye seslenirlerdi. Bacı yani kardeş. 1940’larda mahale bacikalardan geçilmezdi. Kış zamanı artan bu gurbetçi yardımcılara mahale halkı acır, yaptıracak işi olsun olmasın yemek verirdi. Bacının, kardeş -ermana- olduğunu bilirler miydi?

Bilemeyeceğim. Ama ‘baciika’ diye seslenişleri buyurgan değil sevecendi. Ankara Yahudi Mahalesi’nde karşılaştığım soydaşlarım, bütün dünyası İstanbul ve Bursa’dan ibaret olan 10 yaşında bir çocuk olarak beni çok etkilemişti. Aynı gün Atatürk Bulvarı’nda inşatı henüz tamamlanmış olan Ercan Apartmanı’na taşındık. Balkondan görünen, ortasındaki küçük çamlarıyla tertemiz, pırıl pırıl, gelişli gidişli asfalt bulvar, bulvara açılan Tuna Cadesi’nde akasyaların gölgelediği iki katlı bahçeli evler, ufka set çeken Elmadağ’ın görkemi, Hacetepe’nin o zamanlar el değmemiş güneş kavruğu sarı ön sırtları, Zafer Meydanı’ndaki Atatürk heykeli beni büyülemişti. Yıl 1937-1938 idi ve ben çok sevdim o Ankara’yı...”

Yağmur duaları:

 “ Kuraklığı ile ünlüydü Ankara... Hastalıklara, ölümlere, göçlere neden olan, uzun süren kuraklıklar... Bu gibi durumlarda müftülük harekete geçer, yağmur duasına çıkma kararı alırken, kitap ehli diğer din adamlarının bulunması için de haber salınırdı. Hocalar, papazlar, hahamlar önde yan yana halk arkada, yaya olarak sur dışına çıkılır, mezarlıklarda dua edilirdi. Bayram geceleri ve cuma akşamları, sinagogdaki duaya çocuklar da katılırdı. Dua bitince elerinde mumlar taşıyan büyükler, onları evlerine bırakırdı. Bu bile başlı başına bir şenlik, bir törendi. Kuraklık korkusu, yağmur ümidi içinde nisan ayına rastlayan Hamursuz Bayramı’nın son gecesi erkekler sinagog dönüşü kapının eşiğinde “yeşil bir yıl” dileyerek eve girerler ve ev halkıyla bayramlaşırlardı.”

Hamam geleneği:

 “Yahudi Mahalesi’nin bir ucundaki Şengül Hamamı, özelikle Yahudi hanımlar için olmazsa olmaz bir hamamdı. Gelinlerin düğün gününden bir gün önce yıkanma töreninden geçmeden evlenmelerine izin verilmezdi. Gelin bir havuz içine sokulur, 40 tas su dökülür, dualarla dileklerle Yahudi geleneğine uygun bir tören yapılırdı. Hamamın mermer kurnaları, oymalı bakır muslukları dile gelse de, geleneksel törenleri, mutlu gelinleri, bebek özlemi çekip de sıcaktan medet uman hanımları, daha nice hikâyeleri anlatabilse.”

Bir zamanlar mahalenin şenlikli, güzel günleri vardı:

Bayramlar: “En güzel ve canlı günler mili bayram günleri olurdu.1938 yılında sınıfımızın bayram süslemesi öylesine değişik ve anlamlıydı ki hala unutamam.... O sene kalbimiz hasta Ata için çarpıyor, sabah okul yolunda ve ders öncesinde gazetelerde okuduklarımızı ve radyoda verilen en son sağlık haberlerini yorumluyor, umutlu olmaya çalışıyorduk.” “Mili bayramların güzeliği, coşkusu Yahudi mahalesinden Yenişehir’e göçün başladığı yılarda bile yaşanırdı. Sokaklarda en ufak bir çöp parçası görülmez, pencereleri bayraklar, kırmızı-beyaz krepon kâğıdından yapılmış saçaklar ve ışıklandırmalar süslerdi. Sabah sabah bayramlık giysileri içinde küçük çocuklar, sokakta elerindeki küçük bayrakları salayarak gezinir ve büyüklerden birinin onları ana cadeye resmi geçit seyretmeye götürmesini beklerdi. Babalarımız bizlere çikolata, balon alır gibi küçük tahta çubuklara tuturulmuş bayraklar alırlardı...”

 Atatürk’ün Ankara’ya Gelişi

 “Mustafa Kemal ve yanındakiler parasız gelmişlerdi. Ankara Müdafa-i Hukuk Cemiyeti halktan, memur ve subaylardan para toplayıp Kurtuluş Savaşı için Ankara’da yapılması gereken hazırlıklara ve tanıtımlara büyük katkıda bulunur. Ankara Yahudileri de paraca katkıda bulunurlardı.”

Biz Ankaralılar

“Biz Ankaralılar derken kendimi de katmış oluyorum. Ankara doğumlu değilsem de, yaşamımın kırk yılı aşkın süresi orada geçtiğinden, kendimi Ankaralı hisetiğimden ve kişiliğim kentin kendine özgü o çok sevdiğim havasından oluştuğundan, kendimi Ankaralı sayıyorum. ...İsrail’de ise o kadar çok Ankaralı vardır ki, her yıl aynı tarihte ancak bir parkta ya da ormanlık bir piknik yerinde bir araya gelerek eski bir Ankara gününü canlandırıp eğlenirler. O gün oyunları şarkıları seğmenleri bozacılarıyla geçmişte kalan bir Ankara gününü canlandırıp yaşamak mutlu eder onları.”

Yahudi Mahalesi

“Yahudi mahalesini terk ediş, gelenek, görenek ve kendine özgü seslenmeleri farklı olan Ankara Yahudilerini çok değiştirdi,... Ankara’dan göç etmeleri ise onları yok eti.” Bu cümleler benim peşine düştüğüm sorunun -nedir aidiyet?- cevabını da fısıldamıyor mu? Ne dersiniz!..

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış