Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Bir Zamanlar Anadolu’da

Bazen birine anlatmak isteriz. Anlatmak istediğimizi kimsenin bilmeyi isteyip istemediğini düşünmeden.

Bir Zamanlar Anadolu’da

Bazen birine anlatmak isteriz. Anlatmak istediğimizi kimsenin bilmeyi isteyip istemediğini düşünmeden. İçimize atarız. İçimize atarız ve konuşmak istemeyiz; içimizde kalsın isteriz. Üzer, canımızı sıkar, unutulmaz, boğazımızda yumru olur. Yumru olur ve isteriz ki birileri, o gizlediğimiz yumruyu görsün, bilsin. İçimize attığımız ve konuşmak istemediğimizi, başkaları da konuşmasın. Ama kimse konuşmazken, herkes o konuşulmayanı dinleyip hak versin. Eski arkadaşlıklar, köklü olanlar. Alıştığımız insanlar. Bunu yapabilenler oldukları için eskidirler ve ilişkiler köklüdür. Yanlarında yürür, günleri birlikte geçirir ve her şeyi anlatma, sürekli konuşma gereksinimi duymayız. Konuşmadan anlaşmayı öğrenecek kadar çok zaman geçirmişsinizdir. Kimse kimseyi yormaz. Sizi yormazlar. Beklentileri yoktur. Yıllar içinde sizden bir şey beklemeyecek kadar, “bir” olmuşlar. En çok onların yanında rahat edersiniz. Yalnızca onların yanında, nasılsanız öylesiniz.

Bir film seyredersiniz. Bilet alır, koltuğa kurulur ve tanımadıklarınızın, neden yaptıklarını bilmediğiniz bir görüntü ve diyalog silsilesine kendinizi bırakırsınız. Bir toprakta, yüzlerini daha önce gördüğünüz, adlarını bildiğiniz oyuncuları konuşurken bulursunuz. Ne mekân sizindir, ne hikâye ne kurgu. Sizin olmayan her şey, size dokunmaya başlar zaman ilerledikçe. Arada kalırsınız. Benzerlikler bulursunuz. Kızgınlık duyarsınız. Kızgınlık duyduğunuz için üzülürsünüz de; hemen sonra. Yerinizden kalkamazsınız. Kalkmayı istemezsiniz. Kimseyle konuşmak istemezsiniz. Amma velâkin, içten içe boğazınızdaki yumruyu da birileri görsün, bilsin istersiniz. O anda, izlediğiniz filmin yönetmeni, oyuncusu, toprağı, ışığı sizin eski arkadaşınız oluverir, birden bire, nasıl olduğunu anlamadan. Yönetmen sanki yanınızda oturur ve hiç konuşmadan anlaşırsınız. Birbirinizi yormadan. Oyuncular tanışınız olur. Bir şey söylemediklerinde ne anlatmak istediklerini anlarsınız. Bakışlarından, sigarayı tutuşlarından, savurdukları küfürden, kılık kıyafetlerinden, kirli sakallarından, yorgun yüzlerinden. Mekân Anadolu’dur. Ama söylemeseler de olur. Çünkü o bakış ve sigara, o hikâye zaten coğrafyayı anlatır. Arabalar vardır filmde. Bir de farları. Arabaların yolda kaldırdığı toz ve taş, farın göz alan, toprağı aydınlatan huzmesi, ışıkta uzaktan uzağa ilerleyişi, başka toprakta olmaz. İçindekiler de toprak gibidir. Sert, dertli, çıkarcı, vicdanlı; hepsinin vicdanı biri için kanar. O birini görmezsiniz. Hiç görmediğinizi tanırsınız, azar azar. Size tanıtmazlar, anlatmazlar; anlarsınız. Bir adam; serseri kılıklı. Biri diğer adamı öldürür. Yanında pek saf başka bir adamla. Bu dünyayla ilgisi olmayan nedenlerle. Ülkeyle, hukukla, düzenle ilgisi olmayan nedenlerle. Olsa olsa toprakla. Ama öldürdüğü yeri, yani “olay yerini” göstermek zorundadır “devlete”. Neden öldürdüğünü anlatmak zorundadır; polise, doktora, savcıya. Gerekçesi her neyse; katil, gerçek dünyayla tanışmak zorundadır. Konuşmaz. Konuşmak istemez. Başı eğiktir. Bakar yalnızca. Pişman mı değil mi, bilinmez. Hayat ona da adil davranmamış. Arabada, arka koltukta, başka şeyler konuşulurken çevresinde, bakar yalnızca. Önüne. Sabit. Kızgın bir yüzle. Sevdiğini düşünür; çocuğunu da herhalde. Bir tek kendisini umursamadığını anlarsınız o bakışlardan. Başına her ne gelecekse, istediği için gelecek. Ama istediğini, seçmediğini bilir.

Başka türlü o kadar sert nasıl bakar insan önüne? Gerçek dünyayı kuranlar da o gerçeklikle boğuşur. Ve kendilerine dayatılanla. Hepsinin vicdanı; o katilden, o yoldan, o fardan, yoldaki çeşmelerden, konuştukları, gevezelik ettikleri o insanlardan ayrı bir yerde, oluk oluk kanar. Gece yolculuğunda, her biri kendi hikâyesini, insanı dehşete düşüren yalnızlığını yaşar. Mızmızlanmadan. Olgunlukla. Konuşurlar. Akılları konuştuklarında değil. Hepsi, olmaması gerektiğini düşündüğü bir yerde ve hiç birinin gidecek başka yeri yok. Katil, sesini duymadan tanıdığımız maktulün gömüldüğü yeri bulamaz bir türlü. Belki bulmak istemez. Polis, gözlerini kapar vazifesini yaparken; ama hak ettiği yerde değildir; milyonlarcası gibi. Sonra anlarsınız, evde ilaç bekleyen bir çocuğu var. Katlanmayı ve sevmeyi görev bildiği bir çocuk. Pek ciddiye alınmaz çevresince. Mecburi bir saygı ve acımayla karışık bir sevgiyle karşı karşıya. Yaşadığı yerde, sevgi de saygı da o toprağa özgüdür. Anlamaz; kim kurnaz, kim iyi, kim kötü, kim arkasından konuşur. Ne yapsın, kurduğu ilişkiler de kendincedir işte. Yaşamı, toprağı kazan kürekçiler, kasabanın suçluları ve çıkarcılarıyla çevrili. Katile çok kızgındır ama sonunda insan olduğunu düşünecek kadar yufka yürekli ve en az onun kadar çaresiz. Doktor, kederli. Otopsi yapmak için orada. Aklı ne otopside ne çevresinde. Mecburen dinler insanları; başkası olmadığı için. Boşanmış. Bilinemez nedeni. Kendi de bilmiyordur belki. Bildiğimiz, unutmadığı. Sevdiğinin pırıltılı fotoğralarına bakar, dünyasında parlayan hiçbir şey yokken. Yapayalnız bakar çevresine, insanlara, konuştuğuna. Savcıyla konuşur en çok. Savcı, doktorla konuşur en çok. En çok birbirleriyle konuşurlar. Konuştukça kim oldukları çıkar ortaya. Savcı, kendisini temize çıkarmaya çalışır sanırsınız; doktor ile. Sanırsınız ki istediği, yaşamak zorunda kaldığı bırakıp gidemediği şu yaşamı, daha da yaşanmaz olmasın. Vicdanı kanamasın artık. Doktor, daha da kanatır. Savcının elinde ne kaldıysa geriye bu hayatta, alır elinden. Savcının yalanla, yalana inanarak katlanılır kılmaya çalıştığı yaşamını daha da ağırlaştırır, koyultur. Öyle sanırsınız. Kolay mı vicdanla boğuşmak. Sonunda anlarsınız ki Savcının isteği, vicdanını temize çekmek değil o vicdana kaybetmek. Kaybeder. Arada, bir köy çıkar karşınıza. Her şeyin tanıdık olduğu bir yer. Muhtar çıkarcı. O çıkarcılıkta bile çaresizlik gizli. Muhtarın hayatı, anlattıkları, talepleri, konuşması, mimikleri; tümü, diğerlerinin yaşadığı boğucu yaşamın sağlaması. O muhtar var olduğu için hepsi o toprakta ve onlar o toprakta öyle hayatlara mahkûm olduklarından, Muhtar başka biri değil. Kızı çok güzel muhtarın. Çok güzel ve taşıdığı lamba kadar ışıklı, saydam. Tümünün yaşamında bir kıvılcım olabilir o yüz. Oluyor da. Yitirdiklerini hatırlatıyor; her birine, başkasını. Kısa bir süre, çok kısa. O kadar kısa ki belki hiç silinmeyecek izi.

Güzel, yalnız, sarı, tozlu topraklar. Eski araba. Far ışıkları. Uzakta, belli belirsiz. Yavaş yavaş aydınlanan gökyüzü. Altında; kederli, vicdanları ağır, yalnız, çok yalnız ve acı çeken insanlar. Sevmişler, olmamış. Denemişler, olmamış. Hata yapmışlar, ödenmiş. Ödemişler, bitmemiş. İyiler, kimse bilmemiş. Yaşıyorlar. Bakıyorlar. Anlıyoruz dediklerini. Yönetmen ve oyuncular, eski ve kütü arkadaşlıklarımız gibi; anlatmasalar da biliyoruz dertlerini.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış