Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Bozkır’ın Tezenesi/ Bozkır’ın Fırçası Neşet Ertaş/ Neşet Günal

Bozkır’ın Tezenesi/ Bozkır’ın Fırçası Neşet Ertaş/ Neşet Günal

Bu topraklarda yetişmiş iki büyük figür.  Aralarında, isimlerinden başlamak üzere ne çok benzerlik var.  Neşet’in “ortaya çıkmak, kaynağını bir yerden almak, özden doğmak” gibi anlamlar taşıdığını öğrendiğim zaman ne kadar da çok sevinmiştim. Çünkü böylece, ismiyle müsemma iki adamdan söz etmiş olacaktım. Zira, ikisi de hayatlarını, “İşimiz eve ekmek götürme işi değil; dünyaya geliş sebebimizdir” sözünün üstüne kurmuştu. Ve her ikisi de Metin Üstündağ’ın deyimiyle, Dünya’ya turneye gelmişti. Ve her ikisi de aynı coğrafyanın çocuğuydu. Günal 1923’te Nevşehir’de, Ertaş ise 1938’de Kırşehir’in Kırtıllar köyünde doğmuştu. Ve her ikisi de genç yaşlarında, doğdukları yerden ayrılmış, ama o şehirler hep arkalarından gelmişti. Bir tanesi için Yaşar Kemal “Bozkır’ın Tezenesi” yakıştırmasında bulunmuş. Diğeri için, “Bozkır’ın Fırçası” deyiminden daha fazla yakışan ne olabilir? ** Bozkır ve Toprak, her iki Neşet’in de hayatının temel leitmotifidir. Ertaş’ın uzun yıllar sonra İstanbul’da Açık Hava Tiyatrosu’nda verdiği ilk konserde, aralarında bulunduğum için kendimi çok şanslı hissetiğim kalabalığa: “Ayağınızın turabı (toprak), gönüllerinizin hizmetkârıyım” diye seslenmişti. Günal’ın paleti ise adeta topraktan yapılmış gibidir. Tuval’in üstüne sürülen boya değil de; sanki bozkırın bizzat kendisidir.

1939’da Nevşehir Belediyesi’nin sağladığı bursla İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi’ne gönderilen Günal, Akademi’nin “Altın Çağı”nı yaşamış, efsane hoca Leopold Levy’nin öğrenciliğini yapmış, devlet bursuyla Paris’e giden ilk ressamlardan biri olmuş, Paris’te bir sürü okul ve atölyeye devam etmiştir.  Ertaş’ın ise okulla, diplomayla filan pek alakası yoktur. O babası Muharrem Ertaş’ın da mirasçısı olduğu Türkmen- Abdal geleneğinin bir parçasıdır. Okulu olmamıştır, ama kendisi bir ekol olmuştur. Babası da dahil olmak üzere bütün ustalarını ve kendi kuşağını aşmış, benzersiz bir üslup yakalamış, mevcut olan hiçbir şeyle yetinmemiş, bağlamasını bile farklılaştırmıştır. Çalma tekniğinden karar perdesine, hatta perde sayısına kadar… “Ben teknik bilmem, nota bilmem, içimden ne geliyorsa parmağım öyle basıyor. Çünkü parmağım yüreğime bağlı, içimden ne geliyorsa onu çalıyorum.” diyerek kendini tarif etmiştir. İnsanı mahçup eden bu tevazu cümlelerine rağmen, Cem Karaca onu “Milli Cazcımız” , Oğuz Aral onu “ilk pop starımız” ilan eder. ** Günal, toplumcu gerçekçiliğin Türk resmindeki en önemli temsilcilerinden biridir. Ertaş’ın ise toplumcu gerçekçilik vb. kavramlarla bir ilişkisi olmamıştır. Öyle ki, Türkiye tarihinin en politize dönemlerinde bile “apolitik” kalabilmiştir. 1960’larda birlikte konser verdikleri Mahsuni ile yollarının ayrılmama sebebi de politikadır. Mahsuni o günleri:”Benim o zamanki sivri akıllılığım. Konserlerde sivri bıçaklı laflar ediyorum. Olaylar çıkmaya başladı. Neşet ‘Ben gönül adamıyım gardaş, siyasetten anlamam. Sen dövüşcü adamsın. Kusura bakma ben ayrılıyorum’ dedi. Sarılarak ayrıldık” diye anlatır.

 Eleştirmen Mehmet Ergüven, Nevşehir’deki ilk gençlik yıllarının Günal üstünde onulmaz yaralar açtığını söylemenin güç olduğunu yazar: “O yaşadığı zorluk dolu yılları yazgısı gibi kabullenmemiştir. Gözlem her zaman yaşanmışlığın önünde olmuştur. Yoksulluk, bezgin insanların dramı, kuraklığa yenik düşmüş doğa, kişiliğinde trajik bir bölünmeye yol açmaksızın, yalnızca bir gözlem nesnesidir onun için. Tıpkı bir Brecht oyuncusu gibi üslendiği rolün hem içinde hem dışındadır. Gördüklerinden etkilense bile, hiçbir zaman dünya acısına dönüşmez bu. Logos karşısında yaşantı içeriğinin şansı kalmamıştır sanki” Ertaş’ta ise durum bunun tam tersidir. O’nun eserlerinin toplamı neredeyse bir otobiyografidir. Kendisi bizzat sanatının nesnesidir. Yalnızca Leyla için yaktığı onlarca türkü bile durumu anlatmaya yeter. Leyla, Karacoğlan’ın Elif’i gibi muhayyel değil, üstadın kendi deyimiyle “yazını kışa çeviren, gözündeki yaşı görmesini istediği” kadındır. İki Neşet’ten biri, şimdi toprağının bol olduğuna emin olduğumuz bir diyara göç etti. Ama onun “toprak insanları” Resim Heykel Müzesi’nde capcanlı bizi bekliyor. Şimdi hepimiz diğer Neşet’in ayağının turabı, gönlünün hizmetkârıyız… Toprak ana onu başımızdan eksik etmesin.

 

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış