Ankaralı değilim. Ömrümde gitmişliğim dört defadan fazla değil. İlk yolculuk 1997, sonuncusu ise 2005 yılında. Kısacası okuduklarım ve kulaktan dolma hikayeler dışında Ankara’ya bir aşinalığım yok. Dahası Türkiyeli değil, Kıbrıslıyım. 17 yaş sonrasını İstanbul ve Londra’da geçirdim; bugün İstanbul’da yaşıyorum.
İyi bir yerden başlamadığımın farkındayım ama Ankara’da geçen hikayeler anlatan Dumankara’nın1 bildiğim başka şeylerle çok güçlü bir bağı olduğunu ve bu topraklarda yaşayan hemen herkesin bu güçlü bağla aşinalık kurabileceği inancındayım. Mesaimi kentler, kentlerin değişimi, kentleri nasıl yönettiğimi ve kentlerde nasıl yaşadığımız gibi meseleler dolduruyor. Dolayısıyla Dumankara’yı okurken, Ankara zihnimde her şeyden önce bir kent olarak canlandı. Öncelikle,Dumankara’yı okurken benim gibi büyük coşkular duyabilecek kişilerdeki ortak yan, sanıyorum; İstanbullu olmamak ve/veya İstanbul’dan fikren ve cismen duyulan yorgunluk olarak öne çıkacaktır. Bu düşüncelere mahal veren, kitabı oluşturan 21 hikayenin yazarı Levent Cantek’in kaleme aldığı ‘Gün Biter, Hikaye Bitmez’ başlıklı önsözvari enfes metin. Okumayanlar için işin tadını kaçırmadan şunu vurgulamam gerekir: Cantek’in niyeti İstanbul-Ankara savaşlarında yeni bir cephe açıp, buradan bir zaferle ayrılmak değil. “Başka bir Ankara resmi çizmek” gibi bir derdi de yok. Amacı, yalnızca Ankara’da geçen hikayeler anlatmak. Fakat Cantek’i bu yola sevkeden sebeplerin başında İstanbul’un ezici varlığı ve bu varlığa maruz kalanlarda yol açtığı yorgunlukla ilişkilenmesi olmuşa benziyor.
Nitekim ‘Gün Biter, Hikaye Bitmez’; söze İstanbul’un sosyal, ekonomik, siyasi ve kültürel alanlarda elde ettiği merkezi konumun doğurduğu sonuçlardan incelikle ve kararınca dem vurarak başlıyor. Bu konumun bir sonucu olarak İstanbul, başka şeylerin yanı sıra, şablon düşünceler, klişeler ve temel referans noktalarının neredeyse yegane üreticisi olduğu vurgulanıyor. Veya Cantek’in deyişiyle, “hayatı İstanbul yönetiyor ve o ‘oynak Ankaralı’ profilini de İstanbul üretiyor”. Tam da bu sebeplerle İstanbul dışından olan herkes, yine İstanbul tarafından üretilen bir ‘içerilik’/’dışarılık’ geriliminin ortasında kalabiliyor. Ben bu gerilimi İstanbullu olmayan bir İstanbul sakini olarak zaman zaman hissetmiş ve yorgunluğunu da çekmişimdir. İstanbul’un tetiklediği başka yorgunluklar da var ama burada metropol hayatının bilinenlerini tekrar etmek gereksiz.
Dumankara’da bahsedilen ‘Ankaraları’ aşina olduğum bir kentin bilgisinden çok ‘kentlerin’ bilgisiyle okudum. Zira, betimlenen ‘Ankaralar’ bir yaşam alanı olarak kentlerin ürettiği bilgi ve deneyimle çok güçlü bir bağ kuruyor. Diyeceklerime muazzam bir altlık oluşturduğu için Cantek’in sözlerinden yola çıkacağım: “Bu hikayeler İstanbul’da veya Adana’da da geçebilirdi. Sofya’da ya da İskenderiye’de… Ankaralı hikaye olmaz, olsa olsa Ankara’da geçen hikaye olur. Dil, deyiş ve ağızları yerele ilişkin teferruatları belirginleştirirsiniz. Eh, daha sahici de görünebilirsiniz ama neylerseniz eyleyin, aslolan insandır, ona dair hikayelerdir.”
Evet, Dumankara elbette insana dair öykülerden oluşuyor. Fakat bu insanların hepsi bir ‘yer’ ile ilişkili. Bu yer ise bir kent. Bir ‘başkent’ olması ve başka bir kentle girdiği patolojik ilişki, onun biricikliğini kuran temel etmenler. Fakat kentlerden bahsettiğimizde herşeyden önce bir iktidar ve mücadele alanından konuştuğumuzu akılda tutmamız önemli. Dumankara’daki her öyküde yeri yer yapan dinamiklerin kıskacında varolmaya çalışan, bunu yaparken de hem bu dinamikler, hem de kendi güç ve zaaflarıyla mücadele eden insanların deneyimlerine şahit olmak mümkün. Hikayeler, Türkiye’nin ‘büyük’ ve ‘büyüme gayretindeki’ kentlerinde, yaşamın olageliş biçimleri ile birlikte kentlilerin hayata nasıl tutunabildiğine (ya da tutunamadığına) dair manzaraları, geniş bir zaman çerçevesinden sunuyor. Hemen her sayfada kent sakinlerinin mücadeleleri ve kentin oluşumu arasındaki karşılıklı etkileşimi izlemek mümkün. İnsanlar; işte, aşkta, savaşta, dostlukta, aile içinde dövündükçe kent de eviriliyor bir yandan.
Dumankara her şeyden önce kente dair bu durumun harbi bir hatırlatıcısı. Kitap boyunca yoksulluk ve varsıllıktan ileri gelen savruluşlar; suç ve masumiyet arasındaki ince çizgide atılan adımlar; çaresizliğin körüklediği arkadaşlıklar; patron ile emir-kulu arasındaki psikolojik savaşlar; ‘okur yazarlığın’, ‘cahilliğin’ içinden sıyrılma biçimleri; yerli ile yabancının bu topraklar üzerindeki çarpışmaları gibi pek çoğu sıradanlaşmış gerilimlerin kendini sokakta yeniden üretme biçimlerini izliyoruz. Tüm bunların absürt, hazin, trajik, öfkelendiren, güldüren sonuçlarına ayrıca tanıklık ediyoruz. Mücadelelerin kimi hırstan, kimi kibirden, kimi eğlenceden türüyor fakat hepsi kentin kaynayan kazanında zuhur ediyor. Böylece kent, mücadelelerin hem körükleyicisi hem de sahnesi şeklinde karşımıza çıkıyor. Dumankara’da biz ‘insancıkların’ hikayelerini izlerken, ara sıra görünür olan devlet, mafya ve ‘dış mihraklar’ gibi büyük aktörlerin müdahaleci ağırlığını gözlemlemek de mümkün. Hikayeler tarihsel bir çizgi izlemiyor. Belli noktalarda bir zaman-dışılığın yakalandığını söylemek dahi mümkün. Fakat bütüne bakınca Ankara’nın erken Cumhuriyet döneminden günümüze değin bir ‘yer’ olarak olgunlaşma evrelerini, hem bir kent hem de Ankara olarak içine düştüğü dönemsel hezeyanları ve bu hezeyanların kentin sakini ve sakini olmak isteyenlerin yaşamında yarattığı izdüşümleri derinden hissetmek mümkün.
Bu anlamda Dumankara, alışılmadık bir kent monografisi olarak okunabilir. Düşmek istediğim bir diğer not Dumankara’daki Ankaraların yarattığı iki kutuplu dünya imgesine ilişkin. Okur; yoksulluk / varsıllık, iyilik / kötülük, güçlülük / güçsüzlük, yerlilik / yabancılık, sağcılık / solculuk, heteroseksüellik / homoseksüellik gibi zıtlıklarla sık sık karşı karşıya kalıyor. Her ne kadar gri alanlar arada belirse de söz konusu zıtlıklar arasındaki keskinlik kitabın geneline hakim. Kahramanların içine düştüğü mücadeleleri sertleştiren tam olarak bu zıtlıklar arasındaki salınımlar. Dumankara Ankaralar’ının yüze tokat gibi çarpan heteronormatifliği ve erkekliği de belki bu minvalde anlaşılabilir. Kadın kahramanları tamamıyla pasif olarak niteleyemeyiz fakat karşımıza sıklıkla; birer ‘orospu’, ‘pavyon kadını’, veya en iyi ihtimalle ‘orospuluk eden kadın’ olarak çıkmaları dikkatten kaçmıyor. Kadın görünümleri arasındaki kişisel favorim ‘Ankara tava, aşure, darhana bilmeyen ve köfteyi yakan Merihli kadınlar’ oldu. Her ne kadar Cantek bu hikayelerin nihayetinde insana dair olduğunu ve dolayısıyla her yerde zuhur edebileceğini savunsa ve ben de buna ek olarak öykülerin, özellikle kent hayatı sürmeye çalışan herkes ile güçlü bir bağı olduğunu öne sürsem de hikayelerin zamana yayılmış İstanbul-Ankara hesaplaşmalarından tamamen bağımsız olduğunu söylemek güç.
Söz gelimi, erken Cumhuriyet döneminin İstanbul-Ankara gerilimi ve modernleşmenin getirdiği tedirginlikleri Ankara cephesinden izlemek, Ankara’ya dair güzel olan her şeyin, kahramanların zihninde kolayca İstanbul imgesiyle ilişkilenebildiğini görmek, tam da bu sebeplerle İstanbul’un Ankaralılar için bir arzu ve özlem nesnesi haline gelebildiğini sezmek, yeni ve eski liberal dünyanın kazananlarının İstanbul’da, kaybedenlerinin ise Ankara’da olduğu ‘kabulüyle’ çarpışmak mümkün. İşin güzel tarafı, bu gerilimlerin aktarılma biçiminin öyküleri incelikli ve mütevazi bir Ankaralılığa bürümesi. En başta da dediğim gibi kentsel deneyim anlamında Ankara’ya ilişkin hiçbir aşinalığım yok. Dolayısıyla bu metin boyunca ne zaman ‘Ankaralılık’ desem kendime tebessüm etmeden duramadım.
Sanırım bana bu konuda ‘rahat davranma ehliyetini’ veren, Dumankara’dan aldığım keyif oldu. Ankara derken nereden bahsettiğimi çok iyi bilememekle beraber İstanbul’un getirdiği yorgunluk ve İstanbullu olmamanın sağladığı serbestliğin, Ankara’ya dair algı kapılarımı araladığını ayrıca hissediyorum. Bu hislerin, son dönemde Ankara’nın gittikçe şişen İstanbul balonuna karşı neredeyse anti-tez niteliğinde bir ‘cool’luk yakalamaya başlaması ve bu durumun kendine özgü bir piyasa yaratmasıyla ilişkisi var mı? Zannetmiyorum. Sanırım Dumankara’yı en çok, bize İstanbul dışından kent ve insan manzaraları sunup bu vesileyle Türkiye kent yaşamını İstanbul’un tekelinden kurtardığı için sevdim. ‘İnsan insana bakar’ lafına güzellikle denk düşen kent hikayeleri okumak isteyenlere tavsiye edilir.
Yorumlar (0)