COVID-19 Sonrası Kadınlığın ve Mülteciliğin Kesişim Noktaları

COVID-19 Sonrası Kadınlığın ve Mülteciliğin Kesişim Noktaları

Duygu Asena yıllar önce Kadının Adı Yok adlı romanını yazarken aslında sadece bu ülkedeki kadınların durumunu anlatmıyordu, bu coğrafyanın hatta dünyanın birçok yerinde yaşanan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin sonuçlarından bahsediyordu. Toplumsal cinsiyet meselesiyle biraz ilgiliyseniz bir yerlerde mutlaka denk gelmişsinizdir: İnsani krizler, salgınlar, hastalıklar ve hatta son yıllarda daha çok konuşur olduğumuz iklim krizi dahi cinsiyetler arası eşitsizliği derinleştirirken, kadınların ve kız çocuklarının hayatlarını daha kötü koşullar altında devam ettirmelerine sebep oluyor. Buna karşın, Caroline Criado Perez, Görünmeyen Kadınlar kitabında, Ebola ve Zika salgınları sonrasında hakemli dergilerde pandemi süreçleriyle ilgili yaklaşık 29 milyon makalenin yayınlandığını, ancak bunların sadece yüzde birinden daha azının pandemi süreçlerinin toplumsal cinsiyet üzerindeki etkisine baktığını anlatıyor. Bu bağlamda, toplumsal salgınlar sonrası artan toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin genel olarak kadınların, görünmeyen bir kesim olarak bilhassa da mülteci kadınların hayatlarını nasıl daha kötü etkilediğine burada kısaca değinmeye çalışacağım

“Caroline Criado Perez, Görünmeyen Kadınlar kitabında, Ebola ve Zika salgınları sonrasında hakemli dergilerde pandemi süreçleriyle ilgili yaklaşık 29 milyon makalenin yayınlandığını, ancak bunların sadece yüzde birinden daha azının pandemi süreçlerinin toplumsal cinsiyet üzerindeki etkisine baktığını anlatıyor”

Aslında COVID-19 sonrası, genel olarak kadınların özel olaraksa mülteci kadınların hikayelerine eklenen yepyeni bir konu yok. Önceki eşitsiz koşulların çok daha ağır versiyonlarının yaşandığı yeni hikâyeler var. Örneğin kadınların ve “kadınlığı” öğrenmekte olan kız çocuklarının, en başta özel alanda (küçük çocuklara, yaşlılara ve evde/dışarıda çalışmaya devam eden erkeklere) her türlü bakım hizmetini vermekle yükümlü olmasından başlanabilir. Olmayanı yetiştirmeye çalışması, yoksulluğun ev ekonomisi gibi temel sıkıntılarının üzerine duygusal emek gibi birlikte yaşanılan özel alanda genel psikolojiyi idare etmesi (kavgaları dinginleştirmesi, çatışmaları çözmesi, gerginlikleri alttan alması ve düzeni sağlaması) gibi beklentiler, kadınların iyi olma hallerini pandemi sürecinde daha da zorluyor.

Geleneksek rollere ek olarak kadın bir de ücretli işte çalışıyorsa süreç daha komplike bir hal alıyor. Hane içi iş yükünün devamı olarak ücretsiz çalıştığı aile işletmesi veya tarım arazilerini saymazsak; kadınların çoğunlukla ev sorumluluklarının üzerine eklenen ücretli iş, erkeğin de ev içi iş bölümüne (varsa başta çocuk bakımı olmak üzere, temizlik, çamaşır, yemek vb. alanlara) dâhil olması gerektiğini düşündürmek yerine, kadınların gelir getirici işlerde çalışmasını sorgulanabilir hale getiriyor. Tabii bu süreçte işten çıkartılmazsa. Türkiye’de kadınların büyük bölümünün ve mülteci kadınların neredeyse tamamının enformel sektörde güvencesiz çalıştığını hatırlamamız, onların emek piyasasındaki kırılgan konumlarını ve pandemi sürecinde bu kısıtlı imkanların da değişmiş olabileceğini bizlere fark ettirmeli. Bu yazının konusu olmasa da kayıtlı çalışan ve/ya daha yüksek gelirli kadınların da COVID-19 yayıldıktan sonra geleneksel iş bölümüne dönmek durumunda kaldıklarını, yani ev içi iş yükünü daha çok sırtlandıklarını söylemeye gerek var mı bilmiyorum ama akılda kalması için çarpıcı bir örnekle söyleyecek olursak, durum Nagehan Alçı’yı bile etkilemiş durumda. 1

Hiç akla gelmeyen konulardan biri olmakla beraber, kadınların üreme sağlığı ve sağlık hizmetlerine erişimi de pandemi sürecinde kötüleşen alanların başında geliyor. Hamile kadınların rutin kontrol ihtiyaçları yanında her türlü üreme sağlığıyla ilgili bilgi ve araca (menstrüal ped, doğrum kontrol araçları vb.) erişim sıkıntısı çekmeleri, kadınların bu süreçte istenmeyen sağlık durumlarına çok daha açık hale geldiklerinin en temel göstergelerinden biri. Mülteci kadınların sağlık hizmetlerine erişimiyse şu an çok daha sınırlanmış durumda. Dil/çevirmen desteğini sağlayan kurum veya derneklerin eskisi gibi aktif olmaması, genel olarak mültecilerin özel olaraksa mülteci kadınların sağlık hizmetlerine erişimini olumsuz yönde etkilemeye çoktandır başladı. 

Ayrıca Türkiye gibi çocuk yaşta zorla evlilik oranlarının yüksek olduğu ülkelerde, ki bu oran mülteci kız çocukları için çok daha fazladır, kadınların ve kız çocuklarının sağlık hizmetlerine erişim sıkıntıları toplumsal cinsiyete dayalı şiddetin takip edilmesi gibi konularda da güçlükler yaratıyor. 6284 sayılı koruma kanunu gereği hekimler ve sağlık çalışanları hastanelerde karşılaştıkları 18 yaş altı evlilikler dâhil kadına yönelik her türlü şiddet vakasını bildirmekle yükümlüler, ancak kadınların sağlık hizmetlerine erişimlerinin azalması bu takibin yapılmasını da olumsuz yönde etkiliyor. 

Salgın hastalıklar ve kriz dönemlerinde artan stres, iş/sizlik kaygısı ile hane içi çoğalan fiziksel ve psikolojik yükler de kadına yönelik şiddetin ciddi oranda artmasına neden oluyor. COVID-19 sonrası “evde kal” sürecinin başlatılmasıyla kadınların şiddete daha fazla maruz kaldığı birçok kurum ve dernek çağrılarında dile getirilmekte. Durum, mülteci kadınlar açısından bakıldığında daha da kötüleşiyor. Henüz net verilerle ortaya konmuş olmasa da COVID-19 sonrası temel hizmetlere erişimlerinin kısıtlanması ve güvencesiz sektörde çalışmanın getirdiği iş kayıplarıyla artan geçim sıkıntısı, mülteci kadınlara yönelik aile içi şiddetin ciddi oranda arttığını düşündürüyor. 

Mülteci kadınların, geleneksel roller ve kültürel kalıplar sebebiyle aile içi şiddeti bildirmemesi veya sınır-dışı edilme korkusuyla kolluk kuvvetlerine şikâyette bulunmaması; şiddet vakalarının kayıt altına alınmasını engellediği gibi, şiddet mağdurlarının 183 gibi sosyal destek hatları, Şiddet Önleme ve İzleme Merkezleri vb. destek hizmetlerine ulaşmalarına da mâni oluyor. Bu koruma mekanizmalarıyla ilgili tartışmalar bir yana dursun, mülteci kadınların koruma hizmetlerinin varlığından bile haberleri olmuyor. Mültecilerin COVID-19’la ilgili bilgilenmelerinin dahi internet üzerinden erişebildikleri kurum ve derneklerin online Arapça/Farsça yayınlarıyla sınırlı olduğunu düşünürsek; yaşlı, engelli veya başka nedenlerle (örneğin mevsimlik tarım işçiliği yapanların sürekli hareket halinde olması ve temel hizmetlere yeterince erişememesi gibi nedenlerle) bu bilgi kanallarına erişimi olmayan mülteci kadınların Türkiye’de sahip oldukları hakları dahi bilmediklerini öngörmek güç değil.  

Tüm bu bahsedilenlere ek olarak, COVID-19 sonrası zorunlu olarak getirilen sosyal mesafelenme önlemleri, mülteci kadınların daha da yalnızlaşmasına neden olmakta. Aslında pandemi sürecinde belki de anlatılanların tümünün bize gösterdiği en önemli şey, bu dönemde mağduriyet yaşayanlara daha fazla ulaşma zorunluluğumuz olduğudur. Üstelik tahmin edilebileceği üzere, bu yazı kapsamında değinmediğimiz ama farklı mağduriyetleri olan birçok grup da söz konusu. Sizce de farklı grup veya kesimlerin yaşam koşullarını bir kez dahi dikkate aldıktan sonra, tüm dünyada devam eden kampanyadaki gibi herkese koşulsuz bir şekilde “evde kal, güvende kal” demek mümkün mü?
 

1 https://www.haberturk.com/yazarlar/nagehan-alci/2628051-evdehayat- nasil-geciyor

Yazar Yasemin Akis
  • Paylaş

POPÜLER İÇERİK