Emperyalizm, üçüncü dünya savaşı, akıllı füzeler, kabadayı başkanlar yeniden sahnenin önüne fırlamış durumdalar. Oysa daha on-onbeşyıl önce Küreselleşme, imparatorluk, medeniyetler çatışması, tarihin sonu, sınıfların ve sınıflarla birlikte sınıflar mücadelesinin ölümü konunuşuluyordu. Geldiğimiz yerin nirengi noktası Lenin’in emperyalizm tahlilileriyle birlikte pazar/piyasa paylaşım savaşı, egemenlik, hegemonya çatışması ve buna bağlı olarak, şimdilik, bölgesel düzeyde, ancak giderek derinleşen savaşlar. Silahlanma yarışı, askeri harcamaların hızla artışı, yeni nesil silah sistemlerinin teşhiri... Düşük düzeyde bir dünya savaşı, emperyalist paylaşım savaşı sürüyor diyebiliriz. Emperyalist kapitalistler arası hegemonya, yeniden yapılanma ve paylaşım savaşlarının merkez üssü ise Orta Doğu ve yakın çevresi. Bu sürecin sonunda mevcut hegamonya krizi aşılabilir mi, hangi dengeler tecelli eder söylebilmek zor.
Dengelerin henüz oturmamasının Türkiye gibi orta boy ülkelere bir inisiyatif alanı açtığını da kaydetmek gerek. Dünya dengelerinin oluşmaması, küresel, bölgesel güçler arasındaki çatışma ve gerilimler
kimi yerlerde boşluklar, esneklikler oluşturuyor. Türkiye de bu boşluklardan yer yer yararlanan, yer yer boşluklar arasında salınan politikalar izliyor. Fakat bu nereye kadar devam eder, yaşayıp göreceğiz ama şunu da söylemeden geçmemeyelim. Bu inisiyatifin sınırlarını başta ABD ve Rusya olmak üzere küresel güçlerin vazgeçilmez çıkarlarıyla karşılaşma noktaları belirleyecek.
Türkiye’nin, Katar’da askeri üs kurması ve işbirliği, Somali, Sudan’da askeri üsler kurulması, Balkan ülkeleriyle geliştirilen ilişkiler, Kıbrıs’ın yavru vatanlıktan öteye gitmesine alan açmayan yaklaşımlar, Lozan dahil kurucu antlaşmaların tartışılmaya açılması, “Yeni Osmanlıcılık” adıyla formüle edilen emperyal iddiaların dışa vurumudur ve varlık koşulu dengelerin kurulmamasına bağlı boşluktur.
Boşlukta açığa çıkan inisiyatif imkanlarının yalnız Türkiye devleti hesabına işlemediğini de eklemek gerekmektedir. Özellikle Irak’ın işgali ve Suriye’ye yönelik emperyalist saldırıların öne çıkardığı Kürtler... Kürtlerin inisiyatif kazanması, Kürtleri varoluşsal bir problem olarak kabul eden Türkiye’nin konumunda da ciddi değişikliklere yol açtı.
Suriye savaşının derinleşmesine paralel olarak Türkiye’nin küresel güçler arasındaki boşluktu salınma ve yakaladığı imkanlarla açıkça emperyal bir perspektif taşıyan Yeni Osmanlıcı yaklaşımlarını sürdürme gayreti gerçekliğin sınırlarına dayandı.
Kürtlerin bölgesel çapta statü kazanmaları ihtimali Türkiye açısından “beka” problemi olarak tanımlandı ve problemmin savaş, işgal dahil her türlü yolla engellenme çabası olarak özetlenebilecek bir sürece girilmiş oldu. “Fırat Kalkanı”askeri hareketiyle El Bab’a kadar girilmesi, Afrin savaşı, İdlip içinde kontrol noktaları kurulması bututumun bir tezahürü.
Bu durum nasıl izah edilirse edilsin, egemen bir devletin topraklarına yönelik bir işgaldir ve bir an önce sonlandırılması gerekir. İşgal devam ederse, bölgesel ve küresel güçlerin hesaplaşmasının arasında uzun süreli dans etme olanağı kalmayacağını, mevcut maliyetin maddi manevi her alanda artacağını ve Türkiye için taşınamaz bir noktaya geleceğini öngörmek müneccimlik olmaz.
Türkiye de bu boşluklardan yer yer yararlanan, yer yer boşluklar arasında salınan politikalar izliyor. ... Bu inisiyatifin sınırlarını başta ABD ve Rusya olmak üzere küresel güçlerin vazgeçilmez çıkarlarıyla karşılaşma noktaları belirleyecek.
Sol, sosyalist kesimin hatırı sayılır bir kısmı, bağımsız politika üreterek var olma yerine, Cumhuriyet, laiklik, yaşam tarzı ve benzeri değerlendirmelerle Kemalist ideolojik auranın etrafında dolanmakta.
Doğan inisiyatif boşluğunda hamle yapan Kürtler açısından da belli sınırlara gelindiği görülüyor. Bir Kürt devletinin vaktinin geldiği düşünülüyordu. Kürtlerin mücadelesinin bölge ülkelerinde farklı gelişmelerin önünü açacağı tespitleri yapılırken. Kürtler bölgenin en dinamik, modernist, demokrat gücü olarak parlarken, Irak’ta referandum sonrası, Suriye’de Türkiye’nin Afrin’e yönelik savaş geriledi. Artık bağımsızlık sözünün yerini, özerklik/federalizm arayışları aldı. Bu araşyışların da küresel ve bölgesel güçlerin birbirleriyle yürüttükleri kavganın sınırlarında olduğu görülüyor. Bu sınırı en belirgin çeken güç ise kuşkusuz Türkiye.
Son otuz kırk yılın ortaya koyduğu gerçeklerden birisi CHP içine
girerek politika yapmayı deneyen sosyalistlerin, onu sola çekme olasılığı yoktur. Her şeyden önce bir düzen partisinin, savunduğu düzenin “bekası” politikalarına karşı çıkmasını beklemek hayaldir.
Bugün yürütülmekte olan siyaset, asıl olarak Kürtlerin Türkiye’de, Ortadoğuda ve hatta dünyanın her hangi bir yerinde, her ne şekilde olursa olsun bir statü elde etmesini engelleme hedefine kilitlenmiş, “ülke bakası” söylemiyle de gerekçelendirilmiştir. Bu gerekçe OHAL ve SAVAŞ HALİ” uygulamalarına esas oluşturmuş, bu temelde de bütün siyasal, toplumsal gelişmelerin kontrol edilmeye, hatta yok edilmeye yönelindiği
bir rejim yürürlüğe konmuş durumda. Teknik olarak 2019 yılında yapılması gereken, ancak her an erkene alınması da müknü olan seçimlere yönelik tutumun ana motivasyonu da beka ekseni çerçevesinde açığa çıkmaktadır. Yani Osmanlı Devletinin çöküş ikliminde, özelde Ermenileri ve genel olarak bütün gayri müslim unsurları hedefe koyarak aranan beka, tam yüz yıl sonra Kürtleri hedefe koyarak tazelenmektedir.
Beka eksenli konumlanışın yalnız iktidar ve onun yanında yer alanlarla sınırlı olmadığını da ifade etmek gerekmekte. CHP dahil muhalefetteki düzen partileri de “beka” konusunda iktidarla hemfikir durumdalar. Öyle ya da böyle siyasal muhalefetin etkin gücü olması umulan CHP’nin yürüttüğü politikalar beka ekseninde inşa edilecek “yeni düzende” kendilerine konum arayışı, yaşam tarzı ve parlamenterizmin yeniden düzenlenmesi üzerinde yoğunlaşır. Yani bir düzen partisi olarak CHP “beka” ekseni üzerinde Kürtlere yönelik farklı bir politika geliştiremiyor. Bu sınırda bir siyaset yürütüyor.
Sol, sosyalist kesimin hatırı sayılır bir kısmı, bağımsız politika üreterek var olma yerine, Cumhuriyet, laiklik, yaşam tarzı ve benzeri değerlendirmelerle Kemalist ideolojik auranın etrafında dolanmakta. Bu dolanmalar toplumsal temelde yaşanan erozyon ve etkisizleşmeyle de eklemlenerek CHP’den beklentileri köpürtmekte, dolayısıyla sosyalıstler de bir ölçüde “beka” politikasına destek olmakta.
Son otuz kırk yılın ortaya koyduğu gerçeklerden birisi CHP içine girerek politika yapmayı deneyen sosyalistlerin, onu sola çekme olasılığı yoktur.
Her şeyden önce bir düzen partisinin, savunduğu düzenin “bekası” politikalarına karşı çıkmasını beklemek hayaldir. Kaldı ki CHP’nin sistemle ilişkişi sıradan bir düzen partisinden daha derin ve daha boyutludur.
Son zamlanlarda sol/sosyalist muhalif çevrelerde dile getirilen bir başka yaklaşım, “CHP ve HDP dışında bağımsız bir siyaset” inşa etmek söylemidir. CHP
ve HDP’nin bir arada anılma bağlamları ayrı bir tartışma konusu. Ancak bir nokta açık görünüyor. Mevcut ideolojik politik konumlanışlar ve reel politik zeminler dikkate alındığında “CHP ve HDP dışında” ifadelerinin, “HDP dışında, Kürtlere mesafeli bir yaklaşım içindeyiz” demenin utangaç bir seslendirilişi olma olasılığı hiç de az değil. Üstüne bu çevrelerin CHP ile her düzeyde ilişki geliştirmeye çalıştığına dair göstergeler, CHP’nin o kadar da dışında olunamadığına bir işaret. Objektif olarak sosyal şovenizme yaklaşan bu tutumdan sıyrılmak, krizi aşmak elbette mümkün.
Sosyalistlerin acil ve ertelenemez görevlerinin başında, ülkeyi ve toplumu çözülmeye ve çürümeye sürükleyen mevcut beka politikalarının karşısında, demokratik değerleri esas alan bir başka beka politikası üretmek ve savunuculuğunu yapmaktır. Bunun yolu ülkeyi ve toplumu krize sürükleyen her konuda açık politikalar üretmek, çözümler ortaya koymak gerekir. Hasılı kelam sosyalistler ülkenin krize girmesine neden olan politikaları savunan ve yürütenlerle birlikte veya ilişki içinde çözüm üretemezler. Krize yol açan konularda açık ve net politik çözümler ifade ederek yeni bir devlet ve toplum anlayışının ortaya çıkarılmasını sağlamalıyız.
Krize neden olan sorunları baskı, şiddet, savaş yoluyla ezerek yok etmek, çözmek olanaksızdır. Belki bir süre sorunları bu yolla ertelemek mümkün gibi görünse de sonrası daha büyük krizlerin doğmasına yol açması kaçınılmazdır.
Demokratik, eşitlikçi, özgürlükçü bir devlet ve toplum yaşamını ortaya çıkarmayı hedefleyen, krize çözümleri içeren açık politik bir program oluşturmak için ülkenin mevcut beka politikasına gerekçe yapılan Kürt sorununun demokratik, eşitlikçi bir zeminde çözülmesinin koşullarını oluşturmak durumundayız. Bir halkın doğal, demokratik hakları, talepleri tartışma konusu olmadan kabul edilmeden, sorunun çözümünün mümkün olmayacağını bilmek“CHP ve HDP dışında” ifadelerinin, “HDP dışında, Kürtlere mesafeli bir yaklaşım içindeyiz” demenin utangaç bir seslendirilişi olma olasılığı hiç de az değil.
durumundayız. Öncelikle bu ülkede kendimiz için ne istiyorsak, eşitlik ve özgürlük temelinde Kürtler için de istemeliyiz.
Ülkenin, toplumun yaşamını ve geleceğini belirleyecek çözümler demokratik, eşit, özgür
bir yaklaşım içinde üretilebilir. O halde ülkenin, toplumun “bekası” eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir programın hayata geçirilmesiyle sağlanabilir. Kürtlerin yok sayılması, statü kazanmalarının engellenmesi gibi yaklaşımlarla, savaş ve işgalle ülkenin “bekası” sağlanamaz. En fazla sorunlar baskı altına alınabilir, ki onun da daha büyük patlamalara yol açması kaçınılmazdır.
Bölgesel ölçekte bir sınıra varılmış olmasının Kürtler açısından da belli ölçülerde bir politika değişikliğini gerektirdiğini söylemek mümkün. Bu durum bölgesel gelişmeler dolayısıyla dikkatini önemli ölçüde uluslararası gelişmelere veren Türkiye’deki Kürt hareketinin yeniden içeri dönmesine ve çözüm arayışlarını güçlendirmesine yol açabilir. Açık olan bir gerçek var. O da her anlamda en gelişmiş Kürt nüfusun Türkiye’de olduğu. Kürt Hareketi sorunların çözümünü “demokratik bir program” ekseninde etkili biçimde gündeme getirme çabasını tazeleyebilir ve bunun yaratacağı atmosfer egemenlerin “beka” gerekçesini boşa düşürebilir.
Ülkenin ve bölgenin içinde bulunduğu gerilimler ve dinamikler krizin “demokratik bir program” etrafında yürütülecek toplumsal mücadeleler yoluyla aşılmasının olanaklarını da barındırmakta.
İktidar yapısıyla bütünleşmeyen geniş toplum kesimlerinde farklı tepkilerin oluşmaya başladığı bir döneme girdik. Öncelikle iktidarla örtüşmeyen geniş bir kesimin iş olanakları, kamu kaynaklarından yararlanma olanakları kalmadı. Okulunu bitiren, mesleki eğitimini tamamlayan, bilgi, becerisini geliştiren hiç kimse iktidarla örtüşmüyorsa kamu
ya da özel sistemin dışına atılıyor. Devlet ihaleleri tümüyle yandaşlara dağıtılırken geniş toplum kesimleri yaşam ve gelecek kaygısı ile karşı karşıya.
Ekonomik gelişmeler iktidarın propaganda aracı olmaktan çoktan çıktı. Kriz, enflasyon, iflaslar, işsizlik tartışılıyor, zamlar devam ediyor. Savaş, zafer çığırtkanlığının ekonomik, sosyal, etik, siyasi faturaları kabarıyor. Yargı iktidarın iktidar olması için gerekli düzenleme ve kararlarını almakla yükümlü gibi. Toplum kendi haklarını koruyacak ve güveneceği bir yargıyı göremiyor. Eğitim, sağlık, akademi ve bir kimlik sahibi oludğu varsayılan her alan kimliksizleşmiş, kurumsal niteliklerini yitirmiş durumda. Laik, Kemalist kesimler Orduya güvenirlerdi, artık güvenecekleri bir kurum yok. Özetle iktidarın ayrıcalığına mazhar olan belirli bir kesim dışında geniş toplum kesimlerinin, bu iktidara, yapılanlara, “yeni” diye sunulanlara güveni sarsıldı.
... bu ülkede kendimiz için ne istiyorsak, eşitlik ve özgürlük temelinde Kürtler için de istemeliyiz.
Egemenlerin/iktidarın, OHAL ve SAVAŞ HALİ ile gerçekleştirmeye çalıştıkları ve seçimlerde onaylatmayı hedefledikleri otoriter, faşist yapının ana hatları ortaya çıkmış gibi. Yeni düzende Kürtlerin, Alevi toplumunun, devrimci, demokrat kesimin, işçi/emekçilerin, kadınların, ayrımcılığa uğrayan her kesimin şiddet ve baskı altında tutulacağı görülüyor. Bunu toplumun büyük kesimleri de görüyor. Toplumda sınırlı da olsa tepkiler birikmeye başlamış durumda ve yer yer de hissediliyor.
Bu koşullar altında aktüel siyasetin, AKP/Erdoğan karşıtlığına sıkıştırılması, referandumdaki gibi “Hayır” cephesi varsayımı üzerinden dizayn edilmesi sığ
bir yaklaşımdır. Referandumda “hayır” oyu atmanın dışında başka bir ortak yönü olmayan birliktelik ortaya çıkmıştı. Bu birliktelik açık ki AKP/Erdoğan’dan kurtulma hedefli bir birliktelik. Oysa ülkenin içinde bulunduğu durum AKP/Erdoğan birlikteliğini aşan bir kriz durumu ve onların gitmesinin bu krizi çözeceğine dair hiç bir emare yok.
Buradan çıkışın yolu neyi nasıl yapacağını ortaya koyan “demokratik bir çözüm programı” etrafında kurulacak birliktelikten geçiyor. Topluma, asgari olarak krizi yaratan sorunlara çözüm üretilebileceği inancı, güveni, açıklığı yaratan demokratik bir zemin sağlanmadan güçlü bir ortaklaşma sağlanamaz. Birlikteliği, eşitlikçi, özgürlükçü, demokratik bir “devlet ve toplum” anlayışı temelinde sağlamalıyız. Bu bizim birlikte geleceğimiz, “bekamız” demektir. Devrimcilerin, sosyalistlerin bu yaklaşımı farklı araçlar ... ülkenin içinde bulunduğu durum AKP/Erdoğan birlikteliğini aşan bir kriz durumu ve onların gitmesinin bu krizi çözeceğine dair hiç bir emare yok.
ve yollarla ortaya koyma çabasında olması gerekir. Seçimler bu yolda bir uğraktır.
Demokratikleşme ise asla seçimlere indirgenemeyecek olan bir yaşama tercihidir. Demokratikleşme, toplumun kendine dair olana katılma ve onu belirleme yolu ve imkanıdır. Dolayısıyla tek başına sandık ve seçim demokrasinin göstergesi değildir. Plebisit, referandum ve benzeri yollarla mevcudun kendini onaylatması veya 4-5 yılda bir yapılan seçimlerden meşruiyet devşirilmesi de demokrasi göstergesi değildir. Tarihin tanıklık ettiği en kanlı, katliamcı, faşist liderlerinden Hitler de kendini onaylatmak ve meşruiyet devşirmek için sık sık referandum ve seçim yolunu kullanmıştır. Devletin, sermayenin ve zamanının bütün teknolojik olanaklarının seferber edip yalan ve demagoji üreterek, kendi dışındaki kesimleri yok ederek korku, şiddet ve yalana dayalı bir rejim kurmuş, ona da seçim ve sandıkla meşruluk sağlamaya çalışmıştır. Hasılı demokrasi, Hitlergillerin yaptığı gibi göstermelik seçim ve halkın oyu ile değil toplumun kendi kararını alması, yürütmesi ve giderek kendi iktidarını kurmasıdır.
“Plebisit, referandum ve benzeri yollarla mevcudun kendini onaylatması veya 4-5 yılda bir yapılan seçimlerden meşruiyet devşirilmesi de demokrasi göstergesi değildir. Tarihin tanıklık ettiği en kanlı, katliamcı, faşist liderlerinden Hitler de kendini onaylatmak ve meşruiyet devşirmek için sık sık referandum ve seçim yolunu kullanmıştır.
Bu da doğrudan kendimizi ortaya koyacağımız ve mevzileneceğimiz bir süreç içinde gerçekleşecek. Sözümüzü, duruşumuzu, mevzilerimizi oluşturarak, argümanlarımızı, araçlarımızı geliştirerek.
Yorumlar (0)