Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Emre Madran İçin…

Emre Madran İçin…

Emre benim sınıf arkadaşım. ODTÜ hazırlık sınıfına kaydolduğumuzda, sanıyorum daha 17 yaşındaydık ve bir devlet lisesinden gelmiş öğrenciler olarak doğrusu, hepimiz biraz şaşkıncaydık. Okulun bizden önceki öğrencilerinin çok büyük bir bölümü, Ankara Koleji’nden, Amerikan kolejlerinden ve yurt dışında liselerden ya da Fullbirght kursu ile liseyi Amerika’da bitirmişlerden oluşuyordu. Herkesin İngilizcesi, apaşikar ki, bizden çok ileriydi ve biz İngilizce sınavında anlaşılan iyi bir not alamamış lise mezunu çocuklardık.

Hazırlık sınıfının ODTÜ’de ilk defa açıldığı yıldı. Bizden önce hiç hazırlık sınıfı olmamıştı. Anlaşılan üniversite yönetimi, bizim diğer sınavlardan aldığımız notlara bakarak, İngilizce bilmediğimiz için ODTÜ’ye alınmamamızı uygun görmemiş ve o yıl böyle bir formül geliştirmişti. Benim olduğum hazırlık sınıfında Mimarlık Fakültesi öğrencisi olacak4 kişi vardı ve bunlardan biri, Emre’ydi. Hazırlık Sınıfı, zaten diğer ODTÜ’lülerin biraz garip buldukları bir uygulamaydı ve mühendislik ağırlıklı sınıfta da mimarlık, diğer mesleklere göre biraz daha “tuhaf” ya da “ o kadar da gerekli olmayabilecek bir kenar süsü” gibi durduğundan, mimarlık öğrencileri olarak, birbirimize epeyce yakınlaşmıştık. Emre’yle böyle arkadaş oldum. Üniversite, henüz TBMM’nin arka bahçesindeydi ve mevcut “müştemilat” binaları üniversite’nin ihtiyaçlarına yetmez oldukça, arka bahçeye doğru barakalar ekleniyordu. O yıllarda Yukarı ve Aşağı Ayrancı henüz pek az gelişmişti ve Harp Okulu, uzaktan bomboş bozkırın ortasında yapayalnız duruyordu. Biz Anıttepe’de oturuyorduk ve Emre de Saraçoğlu Mahallesi’nde oturuyordu. Evlerimiz oldukça yakındı birbirine. Ama okula birlikte gidip-gelmiyorduk, nedense… Belediye otobüslerinden biri, “Harp Okulu”na gidiyordu ve bu otobüste genellikle sadece ODTÜ ve Harp Okulu öğrencileri olurdu. Aynı yaşlardaydık, ama onlar üniformalıydılar. Daha sonra 27 Mayıs’taki başarısız askeri darbe girişiminden sonra okullarına doğru geri çekilirlerken, silahlarıyla meclisin içinden geçmişlerdi. O gece bizim sınıftan pek çok kişi, final jüri için projemizi yetiştirmek üzere barakalarda sabahlamaya kalmıştık. Otobüs arkadaşlarımız çok zor durumdaydı. Barakaya uçaklardan kurşunlar yağmaya başlayınca, biz de müştemilat binalarına kaçışmıştık…

Emre ile aramızda, bu atmosferde oluşmuş bir “çocukluk arkadaşlığı” vardı diyebilirdim. Arkadaşlığımızın başlangıcı, gerçekten öyle delikanlı erkekler arası bir arkadaşlık gibi değildi. Emre zaten, çocuk gibi duruyor ve herkesten daha çocuksu davranıyordu. Boyu daha küçüktü ve yüzü de sanki çocukluktan henüz çıkmamış gibiydi. Emre’nin yüzündeki bu çocuksu ifade ve gülüş, daha sonraki yıllarda da, galiba, hiç silinmedi. Hep biraz muzip, esprili ve her şeyi kolayca, ama belki çocukça diyebileceğimiz bir biçimde alaya alabilen bir yeteneği vardı. Sanırım, bu da hiçbir zaman değişmedi. Daha sonra, ODTÜ’nün şimdiki kampusuna taşındığımızda ODTÜ’deki üçüncü, Mimarlık Fakültesi’ndeki ikinci yılımızdı. O yıl Emre’nin de benim de, şansımız pek yaver gitmedi. İkimiz de, ikinci sınıfın iki sömestrinde de üst üste “probation” denilen o lanet duruma düştük ve bir yıl kaybettik. Ama ikinci sınıf stajına, yine de katıldık. Staj yeri İzmir’de, Çeşme/ Ildırı Köyü’ndeydi. Öğrenciler de staj öğretmenimiz de ve bizi ODTÜ’nün “bluebird” otobüsüyle oraya götüren şoför de, aşçımız da, herkes, tek sınıı bir ilkokulda kalıyorduk. Sınıfın bütün erkek öğrencileri bir tek sınıfta yatıyor ve gündüzleri yer yataklarımızı topluyorduk. Bahçede tek bir musluk vardı ve elektrik yoktu. Ama okul, Ege Denizi’nin hemen kıyısında, nerdeyse denize değecek uzaklıktaydı.

O sefalet yolculuk bitip, Ildırı’ya vardığımızda ve yatakyorganlarımızı sınıfa boşalttıktan sonra, o gece ve daha sonra ilk hafta boyunca, Emre’nin yüzünü çok iyi hatırlıyorum. Sınıfı geçemediğimiz için korkunç bir üzüntü vardı yüzünde. Bu ifadeye, neredeyse pişmanlık da diyebilirim. Sanırım, annesininbabasının ümitlerini ilk defa böylesine boşa çıkarmış olmak, onu derinden sarsıyordu. Başına hiç böyle bir şey gelmemişti ve böyle bir şeyin olmasını da, aedilmez bir suç olarak görüyordu. Ben de çok üzgündüm, ama benim niyetim, okulu hemen terk edip, bu olmayacak mimarlık yolunda daha fazla yürümemekti. Bizi olağanüstü biçimde değiştiren, büyümemizi sağlayan ve birbirimize bağlayan o iki aylık staj süresinden sonra, gerçekten, Emre ile yollarımız ayrıldı. Artık başka sınıardaydık. Merak alanlarımız ve Mimarlık Fakültesi’nde öğrencilik yapma biçimlerimiz değişmişti. Emre’yi daha az görüyordum. Okul bittikten sonra da, tek-tük karşılaşmaların dışında, ancak yazdıklarını okuyarak izleyebildim Emre’yi. Ama Solfasol’de yayınlanan en son yazısını okuduğumda bile, Emre’nin hem, o işini çok ciddiye alan tavrını, hem de, varlığından saçılan neşenin, o çocuksu espri gücünün ve yaklaşımının değişmediğini duyumsuyorum. Emre benim için hep, bir çocukluk arkadaşı olarak kaldı ve doğrusu bu çok keyii bir arkadaşlıktı.

 

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış