Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

“H K O” Ankara Sokaklarında

Bakır dışında “kalaylayacak” ne çok şey var günümüzde…

“H K O” Ankara Sokaklarında

Ankara sokaklarını yıllar önce pazarlamacıların ataları arşınlardı. Dört mevsim hizmet sunan gezgin çerçilerin yanı sıra dönemsel ihtiyaca cevap veren, konusunda yetenekli küçük girişimcilerle de sıkça karşılaşılırdı kaldırımlarında Ankara’nın. Yoğurtçu, eskici, bohçacı, bileyici, patatesçi-soğancı ilk guruba girerdi. Mevsimsel sökün edenlerin arasında da bozacı, taze nohutçu, haşlanmış mısırcı ve kestane kebapçılar yer alırdı; hele ki Hallaçlar, Kalaycılar, Odun kırıcılar…

Bunlar kapı tokmaklamaz zilleri çalmaz, çağrı üzerine satışlarını yapar, hünerlerini gösterirlerdi. Varlıklarını belli etmek için sadece seslerini kullanır, kendilerine özgü bir tınıda, kapalı kapılar ardındaki ev sakinlerine avazlarını duyururlardı. Mal ve hizmet karşılıkları pazarlığa tabi idi. Kiminin kantarı, kiminin terazisi, kiminin gazete kâğıdından kesesi, kiminin de küfesi bulunurdu. Ne vergi levhaları vardı, ne peşlerinde kovalayan zabıta. Sabit giderleri, sadece eskiyen pabuçların amortismanı.

Hallaçlar; mevsimlik serbest meslek erbapları, yorgan deşme aylarında sokakları arşınlardı... Sermayeleri tokaç benzeri şimşirden silindir bir tokmak ile boyu yüz santimetreyi aşkın ‘q’ harfi biçiminde bir tuhaf alet: Ahşap yay misali dirençli esnek bir değnek ile değneğin iki ucunu birleştiren öngerilmeli kalınca bir telden ibaret! Senfoni orkestralarının vazgeçilmezi yaylı sazlar grubu üyelerinden kontrbasın arşesinin sanki azman bir kopyası…

Hallacın dünyası yün dövmek, işi yün kabartmak. Haberi var mıydı acaba, ‘Yalnızlık Paylaşılmaz’daki Özdemir Asaf dizelerinden:

“İçimde ki o hallaç, vuruyor da vuruyor
Acaba karnı mı aç? soruyor da soruyor
İçimde ki o hallaç, atıyor da atıyor
İster sakla, ister kaç, duruyor da duruyor
     Uyandırıp uykumda, kıskandırıp duygumda
     Buram buram soluyup, yoruyor da yoruyor”

At arabalarıyla taşınırdı kömür evlere Ankara’da, yaz sonlarında. Sadece kömür yetmezdi kış hazırlıkları kapsamında. Bir kaç çeki odun da gerekirdi yaza kadar tutuşturmak için kömürleri. Soba mevsimine ramak kala, Ankara’nın kaldırımları kömür tozundan, odun kıymığından geçilmezdi, şiddetli yağışlara kadar.

Odun kırıcılar; onlar da mevsimlik serbest meslek erbabı... Sermayeleri bir balta, sapı kemerden sarkıtılmış; bir de bileğitaşı arka ceplerinde. Emek yoğun özel girişimciler! Kaldırıma savrulmuş bir-iki karış boyundaki iri odun parçalarını, mevcut küme içinden seçtikleri geniş gövdeli olan ayrıcalıklısını bir örs gibi kullanarak, üzerinde diklemesine ince parçalara ayırırlardı her bir balta vuruşunda. Odun kırma işlemi bittikten sonra, odun sahibinin gösterdiği bir duvara ya da kömürlüğün bir yamacına kesilmiş yüzeylerinden düzgünce olanını cepheye vererek sıra sıra dizerlerdi tamamlanana kadar.

İşte tam bu aşamada ‘gönüllü bir yardımcı!’, taşıma ve dizme sürecine katılırdı. Akşam olunca annem önce ellerimi iyice yıkayıp alkolle sildikten, ardından da gliserinle ovduktan sonra, batan kıymıkları tek tek ve sabırla, cımbız cımbız çeker çıkarırdı. Siz hiç, odun istiflemenin keyfini çıkardınız mı? Siz hiç, kesilmiş taze odun kokuları arasında, bağlayıcı madde kullanmadan, şekilsiz malzemeyle sedde yapmanın tadına vardınız mı? 

Yetmişlerin ortası bir zamanda, Aşık İhsani’nin “Balta” adlı protest türküsünü her dinleyişimde, altmış yıl öncesi ellerime batan kıymıkların açığa vurmadığım acısını hissederim.

Odun kırıcıydı adı İlyas’tı
yanaştım yanına yüzünü astı
işin nedir dedim bir küfür bastı
arkasından baltasını biledi

bana bak arkadaş dedim: dedi ne
dedim sen bir vatandaşsın, dedi he
dedim kanunun var, dedi çekil be
arkasından baltasını biledi

dedim düzen; dedi onlara göre
dedim kötümü ki; dedi bin kere
dedim hak adalet, tu dedi yere
arkasından baltasını biledi

dedim yoksulluğun ocağı söne
açıldı gözleri atıldı öne
dedim dur bakalım; dedi ne güne
arkasından baltasını biledi”

Kalaycılar; hallaçlar gibi oturarak sanatlarını icra ederdi. Önce sokağın anonim açık bir yerinde şöyle bir-iki karış çapında yarım küre misali çukur kazar, içerisine koydukları kaliteli kömürü yelleyecek ve ateşi harlayacak çukurun yan tarafında açtıkları oyuğa itinayla bir körük yerleştirirlerdi. Bu ön hazırlığın ardından tiz bir sesle mahalleliye hizmete hazır olduklarını muştularlardı: “Kalâyciii geldiii”…

Yıllar yılı evveli mutfakların vazgeçilmez bakır demirbaşları arasında tencereler, tavalar, tepsiler, siniler, kazanlar, cezveler bulunurdu. Bunlar zamanla suyla, havayla temas ettikçe oksitlenir, renkleri solar; kızıla, koyu mavi ile nefti yeşile dönüşür; pişirme ve saklama işlevleri sırasında ürünlere toksik nitelik kazandırır, bakır zehirlenmesine yol açardı. Çaresi, bakır kap-kacağın kalaylanması…

Kalaycı mahalleliden topladığı bu menkul değerleri önce Ankarakili’nden hazırladığı çamurla iyice ovalar, sonra siler ardından içerisine tutam tutam kalay tozu atarken harlı ateş üzerinde gezdirirdi. Bir yandan da avucunda topaklaştırdığı yoğun pamuk yumağıyla kap-kacağın içini dışını sabırla ovalardı. Bu işlem sırasında ortalığı beyaz bir duman kaplar, kalaycı görünmez olurdu!

Kalaycının asıl hüneri, onlarca ayrı evden hiçbir belge, işaret, makbuz vermeksizin topladığı kırklarca kap-kacağı hatasız bir biçimde sahiplerine ulaştırmasıydı.

Bakır dışında “kalaylayacak” ne çok şey var günümüzde…

Yazar Hasan Akyar

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış