Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Hilmi Yavuz Söyleşisi:

Çok bilinmeyenli denklemlerden menkul bir gündelik yaşantının olmayan ve olmayacak tüm normalleştirici unsurlarını üretmek tek işimiz oldu. Teselliler ile iyi niyetten başka meşgalesi olmayan buruklukların yazarları olduk. Bir tutturmuşuz 'enseyi karartmayalım', yetti. Çoktan yetti. Ben bu röportajı, bir 'devlet ajansı' beni işten attıktan sonra tutunduğum 'halkın gazetesi' için Ocak 2015 tarihinde yapmıştım. Biri 'halkın', biri 'devletin' olan bu iki mecra da, Metin Altıok'un sözleri ile 'yerleşik yabancı'lıktan fazlasını lütfetmedi. Hilmi Yavuz da kendi deyimi ile sözlerini 'Araf'tan' paylaştı ancak 'halkın gazetesi'nin yargıçlığına kurban oldu. Bu nedenle bu söyleşi bekledi. Ta ki geçtiğimiz ay, Hilmi Yavuz bu sefer de iktidarın yargıçlığınca ifadeye çağrıldığı güne kadar. Günlerin ne getireceği en çok da Türkiye'de belli olmuyor. Hoca bugün 80 yaşında; ben 30. Önümüzde, hiç olmasa, ne getireceği belli olmayan 50 yıl var demektir, enseyi nasıl karartmayacağız arkadaş!

Hilmi Yavuz Söyleşisi:

Osmanlıca meselesini ilk defa gündeme getiren elbette AKP olmadı. Tartışmayı siyaset alanı dışında, bundan 50 yıl önce ilk defa Hilmi Yavuz dile getirmiş ve tartışma 80’lere kadar edebiyat yayınlarında sürdürülmüştü. Yavuz, yıllar önce tartışmayı “Metonimi” kavramı ile felsefi düzlemde ele alıp, kavramı ‘parça’nın ‘bütün’ün yerini alması, onun yerine geçmesi, onun yerini tutması olarak açıklarken, Türkiye’de Batılılaşmanın ‘metonimik’ bir Batılılaşma olduğunu söyledi. Osmanlıcanın, bir medeniyet dili olarak öğrenilmesi gerektiğini ısrarla savunan Hilmi Yavuz, tartışmanın bugün geldiği noktasında ise önemli bir konuya dikkat çekiyor: “Osmanlıcayı bilmek için Arap harflerini öğrenmek bir ön koşul değil”. Boğaziçi ve Mimar Sinan üniversitelerinde verdiği felsefe, şiir kuramı ve uygarlık tarihi derslerinin ardından, halen Bilkent Üniversitesi Türk Edebiyatı Bölümü’nde ders vermeye devam eden, felsefeci Hilmi Yavuz ile, tartışmanın 50. yılında yaptığımız söyleşi şöyle:

Medeniyet-Kültür dili ayrımı

Benim bir tezim var; büyük imparatorluklar, geçmişte daima aidiyet ilişkisi kurdukları medeniyetin dili ile kendi entellektüel ya da bürokratik teşrifat dillerini oluşturmuşlardır. Selçuklu devleti aslında bir Türk devletidir
fakat onun entelektüel, bürokratik, teşrifat dili Farsçadır. Dolayısıyla Selçuklu’da sokaktaki adam, bizim konuştuğumuz Türkçeyi, Yunus’un Türkçesini konuşurken, Mevlana ya da Selçuklu Sarayı’nda yazışma işlerini yapanlar Farsça yapıyorlardı. Aynı şeyi Osmanlı da yapabilirdi.
O da ait olduğu medeniyetin dillerinden birini alabilirdi. O diller Arapça ve Farsçadır. Nasıl ki Batı-Hristiyan medeniyetinin, medeniyet dilleri Grekçe ve Latince ise, Doğu-İslam medeniyetinin medeniyet dilleri de Arapça ve Farsçadır. Dolayısıyla Selçuklu İmparatorluğu, Farsçayı medeniyet dili olarak kendi entelektüel dili biçiminde temellük edinmişse (devralmışsa Y.D.), Osmanlı da sadece Farsçayı ya da Arapçayı alabilirdi. Osmanlı, Doğu- İslam medeniyetinin iki dilini birden alıyor,
hem Arapçayı hem Farsçayı. Söz dağarı olarak onu alıyor ama kültür dili olarak da Türkçeyi kullanıyor. Ben Türkçeyi kültür dili kabul ediyorum. Çünkü bir Türk medeniyetinden, bir İngiliz ya da Fransız medeniyetinden söz edilemiyorsa ya da edilemeyecekse –edenler var gerçi ama onlar bana göre fevkalade yanlış yapıyorlar. İngilizce, Fransızca, Türkçe, Kürtçe, ya ulus ya da etnisite dilleri dediğimiz, kültür dilidir. Ama medeniyet dili değildir. Medeniyet dilleri, ısrarla vurguladığım gibi tamamen dinlerin ürettiği medeniyetlerin dilleridir. İslam’ın ürettiği de Arapça ve Farsçadır. Osmanlı da ikisini birden edindi. Ve bunu kendi kültür diliyle, Türkçenin olanaklarıyla yaptı; özellikle söz dağarını– dil bilimin iki düzlemi vardır: Söz dağarı ve söz dizimi. Söz dizimini doğrudan doğruya Türkçeden alıyor, kendi kültür dilinden. Buna karşılık söz dağarını doğrudan doğruya medeniyet dilinden, yani Arapça ve Farsçadan alıyor. Son derece özgün bir medeniyet-kültür dili inşa ediyor. Dolayısıyla bu dilin bu yanı, Doğu-İslam medeniyetinin medeniyet dilleri olan o iki dilini kendi kültür dili olan Türkçe ile sentezleyerek, yeni bir dil olması, aslında dil tarihi, filoloji tarihi bakımından bana son derece enteresan ve kışkırtıcı bir fenomen gibi görünüyor. Selçuklu’nun yaptığını, diyelim ki örnekseyerek, Farsçayı alabilirdi, Arapçayı alabilirdi. Yani, Selçuklular Farsça’yı aldı, biz Arapçayı alalım diye düşünerek; bir anlamda Selçuklu’nun devamı Osmanlı. Osmanlı ikisini birden alıyor. Batı’da buna benzer bir örnek yoktur, ilginç bir şey. Örneğin Büyük Friedrich döneminde Prusya İmparatorluğu’nda, entelektüel dil Fransızca olmuştur. Japonya’da, Japon entelektüelleriyle konuşurken aktardım bizim durumumuzu; dediler ki –Japonya da büyük bir imparatorluktu– 19.yüz yıla gelinceye kadar Japonya’da entelektüel dil Japonca değildi, Çince’ydi. Çok ilginç. Yani ulus ya da etnisite dilleriyle, ki ben bunlara kültür dilleri diyorum, medeniyet dilleri arasında çok önemli ve radikal bir fark, sınır çizgisi var. Kürtçe de bir kültür dilidir şüphesiz. Dolayısıyla böyle bir fenomen var. Büyük imparatorluklarda avamla havasın dilleri arasında bir fark oluşmuş. Bunun nedeni de, bir >> Ben Araf’tayım. Mutabık değilim hiç kimseyle, kendimle bile. İnsanlar mazrufa değil, zarfa bakıyorlar. Ben sözü olan bir insanım. Dolayısıyla benim bir yerlerde yazmam gerekiyor. Bu imkânı kim verirse orda yazarım. Zarfla mazrufu ayırmak lazım. 2016’da 80 yaşında olacağım ben, umurumda mı? sosyolojik analize tabi tutmak gerekirse, doğrudan doğruya büyük imparatorlukların –Osmanlı da dahil– Eisenstadt’ın tabiriyle büyük bürokratik imparatorluklar olmalarındandır. Bürokrasi daima kendine özgü olan bir takım şeyleri inşa etmiştir. Dolayısıyla nasıl Selçuklu bürokrasisi Fars dilini kendisine entelektüel dil olarak benimsediyse, Osmanlı nasıl bunları birleştirip Türkçe ile birlikte sentezle Osmanlıca gibi enteresan bir fenomene taşıdıysa, Cumhuriyet yöneticilerinin de, aynı kaygıyla kendi bürokrasi dillerini ayrıcalıklı bir elit dil olarak oluşturma kaygısı güttükleri kanısındayım. Dolayısıyla gerek Güneş-Dil teorisi, gerek daha sonra bu teoriyi izleyen, dilde özleşme ya da öz Türkçeleşme, tamamen, bana sorarsanız Cumhuriyet bürokrasisinin, tıpkı Selçuklu, Prusya İmparatorluğu ve Osmanlı gibi, kendine mahsus bir özel elit dil inşa etme çabasına bağlıdır. Hatta 1932-33-34 yıllarında bu dilin entelektüel bir dil olması konusunda da çaba gösterilmiş. 34-35 tarihleri arasında yayınlanan gazetelere bakıldığında, ki tavsiye ederim çok ilginçtir, özellikle Cumhuriyet gazetesi ve Servet-i Fünun dergisinde görülecektir. Mesela Faruk Nafiz Çamlıbel’in, Halit Fahri Ozansoy’un, beş hececilerden bazılarının yazdıkları şiirler var, tamamen Güneş-Dil teorisi bağlamında üretilmiş sözcüklerle yazılmış şiirlerdir. Ama görülüyor ki bürokrasi dışında bu dilin herhangi bir şekilde, Osmanlı’da ya da Selçuklu’da olduğu gibi ayrı bir entelektüel müktesebat oluşturması mümkün>> Osmanlıca Latin harfleriyle de öğrenilebilir. Osmanlıca öğrenmek için zorunlu olarak Arap alfabesinin harflerini öğrenmek şart değil, kesinlikle tek yolu değil. Ben Bilkent’te eski metinleri okutuyorum ama latin harfleriyle yapıyorum bunu.

olamamıştır. Neden? Çünkü kamuoyu diye bir şey var. Yani pekâlâ olabilirdi, eğer kamuoyu, Şerif Mardin’in “a public” dediği şey olmasaydı. Çünkü
o dönemde iletişim imkânları yok. Ne Selçuklu’da ne de Osmanlı’da, hatta bir ölçüde Prusya İmparatorluğu’nda bile böyle bir kamuoyu var 19. yüzyılda. 19 yüzyıldan sonra aslında Japonya’da kültür diline, Japon ulusunun, etnisitesinin diline dönülmüş mesela. Bu da tabii iletişim imkânlarının genişlemesinden ve halk, yani kamu ile ilişkinin kurulması zorunluluğundan kaynaklanıyor. Osmanlı’da, Selçuklu’da, Japonya’da 19. yüzyıl gelene kadar böyle bir kaygı yoktu. Dolayısıyla Türkiye’de bürokrasinin özellikle Güneş-Dil teorisi bağlamında gerçekleştirmek istediği “dil devrimi” bu yaklaşımın halka sunulması ve yaygınlaştırılması gibi bir amacı öngörmüyordu. Tamamen bürokratik bir dil olarak kalsın, Osmanlıca gibi, Farsça gibi olsun, bizim dilimiz olsun, avamın, halkın dili ile bir ilgimiz olmasın. Çünkü bürokratik imparatorluklarda daima, bürokrasi kendine özgü bir takım imtiyazları önemsemiştir. “Osmanlıca saraya hapsolmuştu” eleştirisi de benzer bir görüşten geliyor tabi.

Büyük bir edebiyat, tarih inşa edilmiş. Osmanlıca ile birlikte edinilmiş olan ne varsa, bunu bütünüyle göz ardı etmek, yok saymak gibi bir anlamsızlığa düşmek benim için kabul edilebilir bir şey değildir. İki şeyi birbirinden ayırmak lazım, mutlaka eski harfleri mi öğrenmek gerekir? Osmanlıca Latin harfleriyle de öğrenilebilir. Osmanlıca öğrenmek için zorunlu olarak Arap alfabesinin harflerini öğrenmek şart değil, kesinlikle tek yolu değil. Ben Bilkent’te eski metinleri okutuyorum ama latin harfleriyle yapıyorum

bunu. Yani Latin harfleriyle yola çıkarak Osmanlıcayı öğretmek pekâlâ mümkündür. Osmanlıcayı öğrenmek için behemehal, kaçınılmaz olarak eski harfleri öğrenme gibi bir zorunluluk söz konusu değil. Tam tersine sadece eski harfleri öğrenirseniz Osmanlıcayı öğrenmenize de imkan yoktur. Çünkü okuduğunuz kelimenin doğrudan doğruya sizi o kelimenin kendisine götürmesi gibi bir durum söz konusu değildir. Evliya Çelebi’nin çok güzel bir hikâyesi vardır; 4. Murad döneminde İstanbul Ayazpaşa’da, yıldızları,
gök cisimlerini, kuyunun ağzındaki yuvarlağın çeperleriyle sınırlı bir gök kesitini incelemek için bir rasat kuyusu yapılmış. Padişah, ulemaya bir kağıt göndermiş; “Şu rasadı yıkalım mı?” diye. Ulema, okumaya çalışmış, acaba zat-ı şahane ne yazdı diye. Şuars, şura sa. Bir türlü sökemiyorlar. O sıra bevvap, yani kapıcı, kafasını uzatmış dinliyor. Demiş ki acaba ben efendimizin fermanını öpüp başıma koysam okumaya kalksam. Ulema yok canım falan derken almış eline şakır şakır okumuş. Şimdi bunu ne için söylüyorum, aslında eski harfleri bilmek demek verili bir Osmanlıca metni okuyabilmek demek değildir. Dolayısıyla buradatuhaf bir asimetri var. Latin harfleriyle Osmanlıcayı öğrendikten sonra eski harfleri öğrenirseniz, iyi olur. Ama böyle bir zorunluluk yok. Önce Osmanlıcayı latin harfleriyle öğrenirsiniz, ondan sonra eski harfler olmasa da olur. Ama öbür türlü önce eski harfleri öğrenip, sonra eski harflerle yazılmış Osmanlıca metinleri okumaya kalkarsanız işiniz çok zordur, okuyamayabilme olasılığınız çok yüksektir.

İktidarın buna ne kadar hakim olup, ne kadarını önerdiği konusunda şüpheliyiz. Sizin söylediklerinize mutabık olmayacaklarından hareketle, bir kültür bagajı aktarımı amacı taşımadıklarını buradan görmek mümkün mü?

Hiç şüphesiz. Mesela bizim felsefecilerimiz yazarlarımız maalesef pek haberli değiller. Çizgi yayınevi var, eski harflerle yazılmış felsefi metinleri latin harflerine aktarıyor. Şimdiye kadar neredeyse 50 kadar metni aktardılar. Felsefe-i Edebiyat
ve Şa’ir Celis diye bir kitap var benim de sunuş yazımı içeren. Osmanlıca felsefe yapılmamıştır, sözünün hiç bir manası yok. Bu külliyata bakıldığı zaman görülecektir ki, -mesela buradan 35 kitap yayınlanmış “Osmanlıca Felsefe Çalışmaları” başlığıyla- 2. Meşrutiyet dönemi aslında Osmanlı’nın entelektüel düzeyinin en tepe noktasıdır. O dönemde yapılmış tartışmaların düzeyine bugün erişilmiş değil. Ahmet İnam’ın “yapsınlar da görelim” lafı, yapılmış olduğunun farkında değil adam, demektir en azından.

Ahmet İnam’ın İslam’ın hıncını Ressentiment olarak açıklamasına ne diyorsunuz?

>> Pamuk ya da Alatlı iktidara yakın duruyor diye eleştirmem. Ben onların politik kimlikleri, söylemleriyle veya demeçleriyle değil, yaptıklarıyla ve yazdıklarıyla değerlendiririm. Necip Türk matbuatı bu insanların entelektüel müktesebatlarını tartışmıyor.“İslam, bu hınç ve intikamla kendini asla var edemez” sözü güzel. Ama Ahmet İnam hınçtan h iç bir şey anlamamış. Ressentiment, en umutsuz ve hiç bir çözüm yolunun olmadığı, muhalefetin dışarıya yansıtılmadığı durumlarda, muhalefetin içe yöneltilmesidir. Hz. İsa’nın ünlü sözü “Birisi yüzüne bir tokat vurursa öbür yanağını uzat”, ressentiment tam budur. Ressentiment dışa vurulmaz. Bütün muhalefet olanaklarının yok oluğu bir ortamda, ressentiment insanın kendisine yönelmesidir. Ben bir şiirimde bunu “Hüzün en büyük muhalefettir şimdi” diyerek ifade etmiştim. İnam’ın “Felsefi kavramlar yaşadığımız hayattan enerjilerini alırlar” sözü de doğru değil. Mesela Kant’ın “Ding an sich” kavramı; “kendinde şey”. Yaşamla ne ilişkisi var bu kavramın? Ahmet İnam akademik bir filozoftur o kadar, onun dışında Türkiye hakkında söyledikleri fevkalade sıradan şeylerdir.

Dil tartışmasının siyasi bir enstrüman haline getirilmesine ne diyorsunuz?

Benim zaten başından beri gayem bu değildi. Benim gayem Osmanlıcanın öğretilmesiydi. Latin harfleriyle yazılmış Osmanlıca bir metni, Latinize edilmiş versiyonunu bir öğrenciye verdiğim zaman o öğrenci bunu okuyabilmeliydi. Yazılarımda ben eski harfler öğrenilsin diye bir şey söylemiyorum, Osmanlıca öğrenilsin diyorum. Ben dilden söz ediyorum. Osmanlıcanın ne olduğu ile ilgili karmaşayı ortadan kaldırmak gerekiyor kesinlikle. Osmanlıca deyince herkes hem zorunlu olarak eski harfleri öğrenmek hem de

eski harfler aracılığıyla Osmanlıca yazılmış metinleri anlamak sanıyor. Böyle bir şey yok. Eski harfleri öğrenmekle, Osmanlıca öğrenmek arasında zorunlu bir ilişki yok. Siz
eski harfleri öğrendiğiniz takdirde size verilmiş, eski harflerle yazılmış bir Osmanlıca metni okuyamazsınız, bu mümkün değil. BirGün’ün eski harflerle hazırladığı “Hırsız” manşetinin “Hayırsız” diye de okunabilmesi gibi, “Oğuz” da okursunuz “Öküz” de. Konteks sorunu da var. Dolayısıyla Arap harflerini bilmek, oradan yola çıkarak

o harfleri bildiğiniz için Osmanlıcayı okuyabilmek anlamına gelmez. Latin harflerini bilirseniz, Latin harfleriyle yazılmış bir metni okuyabilirsiniz. Ama Osmanlıca öyle değil.

Niyet de bu değil galiba?

Ben başından beri söylüyorum, 1968’de ne AKP vardı ne başka bir şey. 1976’da Melih Cevdet ile tartıştığımız gibi. Melih Cevdet “Korktum” dedi. “Yurt dışında yıllarca kalmış, batılı dilleri öğrenmiş, aydın nasıl olur da...”

Düşünürün, aydının iktidar yaklaşımları? Alev Alatlı, Orhan Pamuk...

O insanların iktidarla olan ilişkilerine söyleyecek bir şeyim yok. Pamuk
ya da Alatlı iktidara yakın duruyordiye eleştirmem. Ben onların politik kimlikleri, söylemleriyle veya demeçleriyle değil, yaptıklarıyla ve yazdıklarıyla değerlendiririm. Necip Türk matbuatı bu insanların entelektüel müktesebatlarını tartışmıyor. Alev Alatlı’nın “Orwell ayakta alkışlardı” sözü üzerinden konuşuluyor, Pamuk’un, “Bugün iktidar iyi şeyler yapıyor” bağlamında öne sürdükleri sözleri üzerinden tartışma yapılıyor. Alatlı’nın
ya da Pamuk’un bu konuda söyledikleri, politik olarak aldıkları tavırlar beni hiç ilgilendirmiyor. Ben “muhalif olmalı, iktidar ne söylerse onun karşısında durmalı” tavrı içinde değilim. Nitekim Osmanlıca konusunda da, muhalefet olsun diye kalkıp 68’den beri söylediğim ve onca hakarete ve saireye maruz kaldığım şeyi, ben muhalif bir kimliğim, iktidar bunu savunuyor diye bunun tersini savunursam, bu benim açımdan onursuzca bir şey, aydın ahlakıyla bağdaşmayan bir şeydir.

>> Benim angajmanım yok. Olmadığı için de sürekli düşman üreten bir adamdım. Benim yandaşım yok. Türkiye’de birey olmanın yolu düşman edinmekten geçer diyorum hep. Bu anlamda, evel allah benden daha birey olan da yok.

Aydın ahlakı dediğimize dâhil midir peki Alatlı ya da Pamuk’un tavırları?

Ben soruyorum şimdi. Bir iktidar ne yaparsa yapsın karşısında olmak, bu bir tavırdır. Anlaşılabilir bir tavırdır, yazar, entelektüel, filozof ve saire muhaliftir daima. Ben bu kimlikle mi kendimi tanımlamalıyım, yoksa bu Osmanlıca meselesinde 1968’den beri yaptığım, savunduğum bir meseleyi gerçek bir aydın ahlakı bağlamında iktidara karşı olmak gerekir diye düşünerek vaz mı geçmeliyim? Hangisi aydın ahlakı bunların?

Siz savunduğunuz şeyden vazgeçmeksizin muhalefetinize devam ediyorsunuz?

Devam ediyorum ama Osmanlıca bağlamında değil. Siz hangisine göre benim aydın ahlakımı, belli bir kritere göre yargılayacaksınız? “Hilmi Yavuz her kayıt ve koşulda iktidarlara muhalif olmak durumundadır, aydın ahlakı da budur. Şimdi durmadı, Osmanlıcadan dolayı iktidarın yanında yer aldı” diye ben aydın ahlaksızı mı oluyorum? Benim için aydın ahlakı 1968’den beri savunduğum cizgiden devam etmektir. İktidar benim çizgime geldi, ben onun değil. 68’de ne Refah vardı ne AKP.

İktidarın çizgisine gelen yazar çizerlerin bu tutumunu sorgulamak gerekmez mi peki?

Ben bagajlarına bakarım. Alev Alatlı’nın Cumhurbaşkanı için söylediği şeyle mi değerlendirmeliyim, hayır. Ben Alev Alatlı’yı, daha sonra Cumhuriyet gazetesin verdiği bir demeçle değerlendiririm. “Birey ehlileştirilmelidir” diye manşete çıktı, ne demek ehlileştirmek? “Belli bir koda göre, ideal bir koda göre ehlileştirmek gerekir, ancak o zaman toplum oluruz.” dedi. Çok vahim. Yani “ayağa kalkıp sizi alkışlardı”ya mı biz vurgu yapmalıyız yoksa “birey ehlileştirilmelidir”e mi?

Kim ehlileştirecek bizi? Ben diyorum ki ben bir insanı yalakalığı dolayısıyla yargılamak durumunda değilim, onu medya yargılasın. Zaten, Erdoğan’a yaptığı yalakalığı, yağdanlığı ya da yandaşlığı her ne ise, irdeleyen bir sürü köşe yazarı var. Ama bir tane Allah’ın kulu çıkıp bu “birey ehlileştirilmelidir” meselesinde bir tek yazı yazmadı, ben yazacağım onu. Foucault’nun Cezalandırma ve Disipline etmekitabında söylediklerinin aynısı. Yani ‘Homo Docilis’, uysal bireyler üretme tavrı.

Aydın ahlakı bağlamında uzlaşmazlık meselesinde memleketin durumuna bir projeksiyon tutmak adına, kendi tabirinizle ne Kemalist ne İslamcı olmayanların durduğu yer?

Benim angajmanım yok. Olmadığı için de sürekli düşman üreten bir adamdım. Benim yandaşım yok. Türkiye’de birey olmanın yolu düşman edinmekten geçer diyorum hep. Bu anlamda, evel allah benden daha birey olan da yok. Önemli olan bu değil. İki şeyi birbirinden ayırmak lazım, zihnimizin analitik çalışması gerek. Alev Alatlı nerde konuşmuş, ne söylemiş? Aksaray’da yaptığı konuşma, içinde Orwell geçiyor olsa bile, hiç bir entelektüel içerik taşımıyor. O “name dropping”, isim düşmüş, orda öyle. Ama öbürü, çok daha önemli. Önemli olan bir entelektüel kimlik olarak Alev Alatlı’nın “birey ehlileştirilmelidir” demesidir. Bunun üzerinde durmak lazım. Bana soruyorlar bazen Alev Alatlı ne demiş? diye. Bana ne yahu. Siz onu gidin Ahmet Turan Alkan’a, Mehmet

Y. Yılmaz’a sorun, Güneri Cıvaoğlu’na, Mehmet Barlas’a, Engin Ardıç’a sorun...

Meselenin derinliğini manipüle mi ediyoruz?

Onu manipüle edenler zaten var ama bu manüpilasyon ötekini gölgede bırakıyor. Ve bizim aydınımız, entelektüelimiz Alatlı’nın Aksaray’da yaptığı konuşma üzerinden söylem üretiyor. Senin işin o değil ki? Senin işin Alatlı’nın birey konusunda söylediğidir. Ben ciddi bir şekilde Türk entelijensiyasının bilimsel bir dumura uğradığı kanısındayım.

Orhan Pamuk?

85’ten bu yana onun hakkında yazdıklarım ortada. Ben onun bir oryantalist olduğunu
yazdım. Beni ciddiye almadılar, canları sağ olsun. İnsan yazdıklarıyla kalır, başkalarının o yazılar hakkında söyledikleriyle değil. Sonra Ian Almond diye biri çıktı, Yeni Oryantalistler diye bir kitap yazdı. Benim söylediklerimin aynısını söylüyor.
“Kara Kitap, bir yabancı tarafından, yabancılar için yazılmış, İslam hakkında Türkçe bir roman”.
Tıpkı Alev Alatlı gibi, Orhan Pamuk’un iktidarla ilişkisi beni hiç ilgilendirmiyor. İktidarla olan ilişkisi bağlamında politik tutumunu kendi meselem haline getirmiyorum. “İktidar iyi şeyler yapıyor” denilince “yok yahu iktidar iyi işler yapmıyor” demenin alemi yok. Pamuk’un memleket meseleleriyle ilgili olarak söyledikleri üzerine düşünülebilir ama iktidarla olan ilişkisi bağlamında söyledikleri, ben oraya da ayırt edici bir sınır çizgisi çiziyorum. Bir ara da “Bu memlekette iktidar 30 bin tane Kürdü, 1 milyon da Ermeni’yi öldürdü” yazdı, böyle bir tavır da sergiledi bu adam.

Benim kafam analitik çalışır. Lenin’in güzel bir sözü var “Felsefe böler”. Ben bölerim. Türk entelijensiyasının zihin yapısı bütünleştirmektir. Farklar üzerinde duralım. Bir meseleyi toplu olarak düşünmek bana her zaman çok aykırı gelmiştir.
Bu meselenin kendi içinde bir takım farklılıkları var, farklar üzerinde duralım. Benzeşimler bizi çok yanıltır. Mesela bir Gördes kiliminin üzerindeki motiflerle diyelim, Sabahattin Eyüboğlu’ndan naklen söylüyorum, pre-Kolombiyan bir Kızılderili kilimi üzerindeki motif aynıysa eğer, buradan evrensel bir şeye mi varmalıyız? Her birinin kendi içinde bir bağlamı yok mu? Politik ajitasyon için bu tür bütünleyici yaklaşımlar çok elverişlidir.

Gezi Direnişi, sizin deyiminizle geçmiş gençlik hareketlerinin aksine bu defa kendisi için bir şey isteyenlerin kalkışmasıydı. Gezi’nin geldiği yeri nasıl görüyorsunuz?

Gezi’de farklı motivasyonlarla bir araya gelmişlik
söz konusu. Kimi yeşili düşünüyordu, kimi
kardeşim ben niye bira içmeyeyim, niye sevgilimle öpüşmeyeyim diye geliyordu. Benim Gezi ile ilgili kanaatim değişmedi, çünkü bu gibi şeyler süreklilik ve devamlılık kazanmak durumundadır. Fakat Gezi kazanmadı. Çünkü gençler kendileri için bir şey istemek durumunda olduklarından oradaydılar. Ben işçi haklarına ilişkin bir slogan görmedim orada, Kürt meselesine ilişkin ya da.

Korkut Boratav bu bir sınıf hareketiydi diyor?

Herbert Marcuse’ün söylediği gibi, bu küçük burjuva anarşizmidir. Hangi sınıf? 17-18 yaşında çocuklar vardı orada, hangisi emekçi onların? Korkut Boratav çok saygın bir ekonomist, büyük saygımız var kendisine. Ama burda vahim bir yanılgı söz konusu bana sorarsan. Orada Marksist anlamda bir sınıf yoktu. Orda Sartre’ın “pratico-inerte” dediği bir şey vardı. Yani bir otobüse bindik, bir yere gideceğiz, bir gayemiz var. Bir otobüsteki insanlar arasındaki ilişki neyse o. Bu bir sınıf hareketi değildi. Sınıf hareketi olması, sürdürülebilir olmasının ön koşuluydu gayet tabi. Sınıf hareketleri daima belli bir gayeye yönelik hareketlerdir ve ancak o gayeye yönelik hareket, ancak gaye gerçekleştiği zaman biter. Mihail Bahtin anlamında bir karnavaldır demiştim ben ona. Bu bir karnavaldı. Eğer politik bir şey söylemek gerekirse küçük burjuva anarşizmiydi o kadar. Sınıf hareketi olduğuna ilişkin hiç bir şey yoktu, hangi sınıf hareketi? İşçi haklarına ilişkin bir talepleri mi vardı o arkadaşların?

>> Lenin’in güzel bir sözü var “Felsefe böler”. Ben bölerim. Türk entelijensiyasının zihin yapısı bütünleştirmektir. Farklar üzerinde duralım. Bir meseleyi toplu olarak düşünmek bana her zaman çok aykırı gelmiştir. Bu meselenin kendi içinde bir takım farklılıkları var, farklar üzerinde duralım. Benzeşimler bizi çok yanıltır.

Aynı dönemde bir yazınızda da “Tayyip Erdoğan partinin başından giderse, AKP’yi kötü zamanlar bekliyor” demiştiniz. Şimdi o günlerde miyiz?

Hayır. Öyle görünmüyorsa da, Erdoğan hala partinin başında. Hala hükümetin başı. Davutoğlu aslında Fransa’daki Başbakan konumunda. Tayyip Bey adı konulmamış bir başkandır şu anda. O günlerin gelmeyeceği anlamındadır bu da.

Cemaat-AKP çatışması?

Ben sadece Zaman gazetesinde yazıyorum. Konumum, senin de belirttiğin gibi. Ben Araf’tayım. Mutabık değilim hiç kimseyle, kendimle bile. İnsanlar mazrufa değil, zarfa bakıyorlar. Ben sözü olan bir insanım. Dolayısıyla benim bir yerlerde yazmam gerekiyor. Bu imkânı kim verirse orda yazarım. Zarfla mazrufu ayırmak lazım. 2016’da 80 yaşında olacağım ben, umurumda mı?

Editörün Notu:

“Şair-i azam Hilmi Yavuz'u tutuklama girişimi, 1 Ağustos'ta ifadesi alındıktan sonra serbest bırakılmasıyla sonuçlandı.”

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış