“eskiden kendimize ilham verirdik şimdi başkalarına ilham veriyoruz” Hasan Ünal Nalbantoğlu
Sevgili Ulus Baker’in ölümden sakındığı Ünal Hocamız öğrencisi Ulus’u anma toplantısı sonrası sohbette söylediği ve yakaladığım sözdü üstteki. “Hocam kendinize nasıl ilham veriyordunuz?” diye sorduğumda da “biriktiğin yerlerden taşarsın, işte onlar sana ilham verir” demişti. Bir amatör olarak o sözü bana yetmişti. Sonra avucuma baktım, elimde onbeş yıldır ne vardı. Yönelimler, virajlar ve yollar yollar.
‘Butch Cassidy and the Sundance Kid’de “raindrops keep fallin’ in my head” eşliğinde, Paul Newman bisiklete biner. İşte o sahne, Before the Rain’de yeniden canlandırılır. Şarkıyı ıslıkla söyleyen, yaşı gereği Makedonyalı Büyük İskender, Alexander, az evvel “taraf tut” dediği kadından sonra köyünde, eski ve püskü bisikletini sürüyordur ama yıllarca savaş ve fotoğra'arından bıkıp köyüne dönen Alexander, köyündeki çatışmaya yenik düşmüştür…
Bir üreti, söylenemeyeni, gösterilemeyeni, hissedilemeyeni ve benzeri ‘şey’i var ettiğinde hedefini bulur, motive eder. Bu hal, tarihiyle, yaşamıyla, karakteriyle bir kent de olabilir. Kısmen ölmekte, öldürülmekte olan Ankaramızın bir film şeridi gibi geçmişi gözümüzün önünden geçerken, ellerinde çekirdek ve çocuk seslerinin bol olduğu akşam sefalarında Batıkent’ten film şeridimizden bir kare canlandırayım.
Bundan yıllar yıllar önce, henüz internet yokken ve otomobil sayısıyla melih gökçek sayısı azken, bisikletler balkonlarda değil olması gereken yerlerinde, sokaklardaydı. Ulaşımın yanı sıra neşe ve aramızdaki yarışmanın aracıydı. Mütevazi yıllardı. Herkesin eşit daha eşit olduğu, bacağı ve ciğeri ve kalbi kadar gidebildiği yollarıyla birbirimize ulaşıyor ve birlikte başka bir yere gidiyorduk. “Yok, olmaz! Ankara bisiklet yolları için hiç uygun değil” diyen adamcağıza inat, hâlâ büyümemişken TV’de Kevin Costner’in oynadığı ‘American Flyers’i seyretmiştim. Bir çocuk, Kevin Costner’in kardeşi, antrenmanda bir tırı geçiyordu. Abisiyle bir yarışa katılıyor, takım olmanın ne demek olduğunu gösteriyor, yarışı kazanıyordu. Onun verdiği heyecanla “ben de yaparım” diyerek saldırıyorduk yollara…Rüzgar, ıslık çalıyor, ter boyunda iz yapıyordu.
TRT’nin daha sosyal olduğu dönemdi ki nimet bu ya peşi sıra “Breaking Away” filmi de yayınlanmıştı. Yaşadığı şehirde yapılacak olan yarışa katılacak tutkulu İtalyan bisikletçilerle yarışmak için antrenman yapan çocuğu seyretmiştim. Bacaklarını tıraş ediyor, âşık oluyor, velodromda koşuyordu. Gelgör ki iyi yarışan çocuğumuzu çekemeyen ‘namıssız’ İtalyanlar, kahramanımızın tekerine el pompası ile çelme takıp düşürmüşlerdi. “Bir gün benim de böyle bir bisikletim olur mu?” diye babama sormuştum. Hep, “büyüyünce olur” cevabını duymaktan yorulmamak için Çankaya Belediyesi’nin kulübüne, İnönü Stadyumu’na gitmiş, ceylan gibi sülün gibi bisikletleri görmüştüm.
O gün bugündür hayalim, yurtdışından gelip de ballandıra ballandıra anlatan arkadaşlardan dinlediğim ferah sokaklar…Bisikletin, insanın, rahat gezindiği alanlara ulaşmak. Yazımızın başına dönersek, 88’den bu yana yıllar, kilometrelerdeki birikmeler elde avuçta gene bir bisikletle bu yazıyı yazmaya getirdi. Ama bu şehri, şu malum adam “götürdü”.
Benim Çankaya ve Yenimahalle Belediye’lerinden talebim, insandan yayadan yana “taraf” olmaları ve geçmiş zaman “sekanslarını” ve çocukluğumuzun ılık gecelerini yeniden canlandırabilmek için, merkezden uzak, cadde ile sokakları rahat ve geniş olan uydu kentlerimiz Ümitköy, Konutkent, Batıkent, Eryaman’da kaldırım ile ilk şerit arasına bir omuzluk mesafe ayırıp oraya sarı çizgi çekmeleri ve bisiklet logosu koymaları…Böylece, çocuklar ne kadar çabuk yönelimlerini keşfeder ve ilgilenirlerse , bedenleriyle kurdukları ilişki ve tatmin o kadar çabuk sonuçlanır. Bu da kendi kendine neşelenebilen bir halkın çabasına destek olur.
Öyle değil mi sevgili Çağatay Avşar?
Yorumlar (0)