1992 yılında kentin farklı 11 noktasına 8 sanatçı elinden çıkan toplamda 29 heykel yerleştirildi. Bu heykeller ve figürleri gündelik yaşamın içinde her an görülebilecek, "sıradan insanların"; senin, benim, onun hallerini direkt yansıtıyordu. O tarihe değin ülkenin herhangi bir yerinde böyle kaidesiz, birebir insan boyutunda, soyut ve kavramsallığa sıkıştırılmış çağdaş sanat formunun tamamen dışında kalan heykeller bütünü görülmemişti. Bu proje, Murat Karayalçın dönemi Ankara Büyükşehir Belediyesi’nin kültürel canlanma programının önemli bir koluydu. Bugüne bu 29 heykelden yalnızca üç tanesi ulaşabildi.
"Toplumların gündelik yaşantılarında sanatla yüzleşmelerinin en önemli olanaklarından biri de kent mekânlarındaki heykellerdir. Açık mekânlardaki heykeller aynı zamanda hem bu mekânları paylaşanların ortak varlığı, hem de o kentin belleğinin simgelerini oluşturur; tarihsel evrime tanıklık eder" diye başlar Karayalçın dönemindeki kültürel canlanma programı dâhilinde kenti donatan heykellerin ve sanatçılarının anlatıldığı "Çevre Sanat" kitabı.
1989 yılından başlayarak 1993 sonuna kadar; İlhan Koman, Metin Yurdanur, Azade Köker, Jørgen Haugen Sørensen, Erdağ Aksal, Selim Turan, Meriç Hızal, Otto Herbert Hajek, Mehmet Aksoy gibi sanatçılar elinden 1 çevresel-heykel, 2 anıt, 11 heykel ve bu yazının konusu olan 29 adet kaldırım heykeli de kazandırılır başkente. Hatta şehrin çeşitli yerlerine serpiştirilmiş tiftik keçisi heykellerini de ('Anki' adı verilen bu heykeller o dönemin maskotu olur. Hatta Ankara'nın amblemi olması gerekliliği de tartışılır) bu serinin içinde sayabiliriz.
Ankara Büyükşehir Belediyesi sanat danışmanı ve aynı zamanda da heykeltıraş olan Eşber Karayalçın önderliğinde Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi heykel mezunu yedi sanatçıyla (Metin Haseki, Nilhan Saygon, Nazlıhan Kızıltan, Eren Kazım Akay, Burhan Özkan, Necmi Özgür ve Sercihan Alioğlu) sanatçıların kendi belirleyeceği noktalara yerleştirecekleri heykellerle "Kaldırım Figürleri" projesi hayat bulur. Heykeltıraşlar önce otobüsle, belediye araçlarıyla ve de bol bol yürüyerek şehri karış karış dolaşıp zihinlerindeki işleri nerelere yerleştirebileceklerine karar verirler. Bu konuda belediyenin kendi belirledikleri yerlere sanatçıları sabit kılmaması da önemli bir vizyon tabii. Bu yazı için ulaşabildiğim ve çok tatlı bir sohbet gerçekleştirdiğimiz heykeltıraş Sercihan Alioğlu; heykelleri yerleştirirken mimariye de dikkat ettiklerini, kendisine ait figürlerin yapımında ve yerleştirilmesinde toplumsal ve fiziksel çevrenin anlamlarının yol gösterici olduğunu iletti. Sanatçıların işlerini yapmaya başlamadan önce aldıkları ortak kararları sorduğumda Alioğlu'nun aktarımıysa şöyleydi: "Genel olarak devletin resmî zevklerinden ve sanat politikalarının bir türlü oluşmamasından rahatsızlık duyduğumuzu söylemem mümkündür sanırım. Yapılacak figür heykellerinde devletin üslubundan sıyrılmak gerekliliği kararlaştırıldı. Kaide kullanmayarak heykeli yere indirmek, dolayısıyla yeni iktidar kaynakları üretmeyen, ölçülerinin algılanabilir insan boyutunda olması amaçladığımız bir olguydu. Bu figürlerin yaşanan bir ânı donduruyor olması da tartışmaya açmak istediğimiz bir konuydu... Ya da benim için öyleydi. Soyut ya da kavramsal sanatın 'daha çağdaşız, daha günceliz' baskısına rağmen, figür çalışmalarını tercih etmiştik. Sürüp giden fakat bir türlü değişmeyen olumsuz yaşam gerçekliğinin formunu heykelle göstermek, anlatmak olanaklıydı. Neyi amaçladığı ve ne söylediği belli olmayan, 'sulandırılmış ironiden' sıyrılmış olmak da önemliydi."
Figürlerin basit ve sıradan insanlardan seçilerek sanata katılması kararlaştırılır. Alioğlu üç heykel yerleştirir şehre. Triptik olarak tasarladığı bu üç heykel birbiriyle bağıntılıdır. Ana karakter; garın önünde, gurbetten yanındaki tek bavuluyla dönmeyi tercih etmiş, hafif yorgun fakat dirençli, uzun yolculuklardan sonra trenle memleketine ulaşmış yolcu heykeli. Yan karakterlerin ikisi, bu adamın tüm direncini, yüzündeki yaşanmışlıkları özleyen, yüzü gara dönük eşi ve annesine endişeyle yaslanmış çocuğun Anafartalar Caddesindeki heykeli. Üçüncüsüyse, gurbetten nasıl olur da tek bir bavulla dönebileceğine inanmayan, kuşkulanmış ve şaşırmış halde yolcuyu gözlemek isteyen, okuduğu gazetesinin arkasına kamufle olmuş bir polis memuru. Alioğlu: Ana karakter yolcu heykelinin yerine yerleştirilme esnasında yaşadığı bir anıyı da ekledi; bir vatandaş bu heykelin oraya yerleştirilmesine itiraz ediyor. Gerekçesiyse heykeli Lenin'e benzetip 'komünistlerin burada işi olamayacağı' oluyor. "Beyefendi," diyor Alioğlu; "Bu Lenin değil. Bu benim babam. Babam da ülkesine dönerken tek bir bavulla döndü" diyerek tartışmayı sonlandırıyor.
Figürü yere indiren ilk proje olarak hedeflenen bu heykellere etkileşimler çok hızlı bir şekilde sağlanacaktır. Öyle ki; zamanın gerektirdiği figürler olarak düşünülen bu kaldırım heykellerine toplumun yaklaşımı fazlasıyla insani olur. Avucunu açmış figüre sadaka verenler, serçe çekingenliğinde heykele yaklaşıp dokunarak tanıdıktan sonra dondurmasını onlara uzatan çocuklar, ağızlarına bir dal sigara iliştirenler, sarılanlar, fotoğraf çektirenler, fark etmediği için heykele çarpıp heykel olduğunu anlayana kadar kavga eden sarhoşlar, uzuneşeğe eşlik edenler ve hatta âşık olanlar. Çoğu zarar görerek, kırılarak, yakılarak, kaldırılarak yok edilen bu heykellerin en son vukuatı 2015'in Ocak ayında gerçekleşti. Yüksel Caddesi'nin 'oturan teyzesi' ayın 12'sinde gece yarısı kayboldu. Kimi dedi belediye kaldırdı kimi dedi çalındı vs. O tarihlerde oturan kadın heykeline âşık bir meczup olduğunu biliyorum. Konur'un Yüksel'in Karanfil'in ve de Mülkiyelilerin fotoğrafçısı Mehmet Özer, kışın üstüne battaniye örten, eline sıcak çay iliştiren, onunla dertleşen bu arkadaşın, kadının gözlerinin içine billur akıtır gibi baktığı müthiş bir fotoğrafını çekmişti. Umarız yerinden kaldıran ve evine götüren kişi kendisidir. Yapmasa daha iyiymiş tabii ama 5 senedir olmayan ve yerine konması için de hiçbir girişimde bulunulmayan bu heykel kaybolduysa şehirde ona en iyi bakacak kişi de O'dur. Değilse diğer kaybolan şehrin heykelleri gibi ya hurdacılara satılmıştır ya depoda çürüyordur ya da yakacak olarak kullanılmıştır...
Her gün binlerce Ankaralının yanlarından gelip geçtiği, yaşamlarının içinde sokaktaki herhangi biri gibi yer edinen, kendilerine özel mekânlar yaratmayan, insanlara tepeden bakmayan, uzaktan fark edilmeyen, tek başlarına sanatsal kaygı taşımayan, bununla da Ankaralıya dostluk ve sanat arkadaşlığı armağan eden bu heykeller, bağırmadan Ankaralıyı çağdaş sanata yaklaştırıyordu. Günümüze ise yalnızca üç tanesi erişebilmiş durumda. Biri Bulvardan Güvenpark çiçekçilerine bağlanan köprünün ayağındaki 'Çiçekçi Kız' heykeli, diğeri Botanik Park'ın Cinnah Caddesi tarafındaki düzlüğünde bulunan 'Uzun Eşek Oynayan Çocuklar' heykeli ve sonuncusuysa heykeltıraşların aralarındaki sohbetlerde 'emekli albay' diye takıldıkları, yeri değiştirilmiş ve herkeslerce aşina olunan Yüksel Caddesi'nin 'Ayakta Duran Adam'ı.
Yorumlar (0)