Bunu öncelikle ve en sık, çocukları ve onların oluşturduğu kendine has “sosyal sınıfı”, çocukluğu görmezden gelerek yapıyoruz. Bunun en önemli sebebi de her birimizin çocukluk ile olan ilişkimizde ve bunun toplumsal görüntüsünde yatıyor. Çocukluk bir insan için hayatında geçici bir dönem. Yaşanıyor ve geçiyor. Orta yaşlı, beyaz, zengin erkek ideali üzerinden yürüyen toplumda çocukluk biran önce aşılması gereken ve varış noktası / başarısı yetişkinlik olarak görülen bir süreç; neredeyse kabakulak gibi kaçınılmaz bir hastalık. Çocukluktan çıkmak ise bir nevi sınıf atlamak gibi. Kişiler yetişkinliğe varmak üzere motive olmuş bir ortamda bir şekilde ‘atlattıkları’ çocukluklarını hemen unutmaya ve bir çocukları olana kadar da bir daha düşünmemek üzere geride bırakmaya programlanmış gibiler. Oysa toplumlar için çocukluk bireylerden farklı olarak sürekli bir durum ve çocuklar da siyasi, ekonomik ortak ilgi ve ilişkileri ile bir tür toplumsal sınıf. Ama çocukluk algısı geçicilik üzerinde kurulu olan, çocukluğunu aşmaya ve unutmaya programlı bireylerden oluşan toplum çocukluğa aynı bireyleri gibi, geçici bir durum olarak, bakıyor.
Dolayısıyla çocukların sorunlarına bakışı sınırlı, ürettiği çözümler ise geçici oluyor. Üstelik çocuk sınıfının bireyleri oy hakları olmadığı için demokratik sistemin de dışında. Üstüne üstlük örgütlenmiyorlar, haklarını aramıyorlar, isyan etmiyorlar. Dolayısıyla egemen yetişkinler dünyasının çıkar mücadelesi içinde göz ardı edilebilmeye hayli müsaitler. Rüyalarını, haklarını, umutlarını ve hatta yaşamlarını çalmak, işini bilen yetişkin dünyası için “çocuk oyunu” gibi. Sorsanız herkes çocukları seviyor ama aslında sadece kendi çocuklarını seviyor ve sadece onlar için mücadele ediyor. Bu da toplumsal bir sınıf olarak çocuklar için bütüncül bir olumlu etki yaratmıyor.
Diğer yandan çocukluk kavramı ve çocuklar yetişkinler arasında birbirlerini kandırmak için kullandıkları bir parola gibi. Haberlerde, reklamlarda, siyasetçilerin dilinde çocuklar ve çocukluk yeni tabirle sürekli “TT”(top trend -en çok konuşulan konu anlamında bir sanal alem kısaltması). Çocuklu reklamlar, içinde çocuk geçen diziler, “çocuklarımız” diye başlayan siyasi nutuklar pek tutuyor. İşine gelen çocukları “masum”, “sabi”, işine gelen “tinerci” ya da “terörist” olarak etiketliyor. Ucuz işçi peşindeki işletmeler için çocuk işçi bonus gibi bir şey. Ama içinde çocuk geçen yetişkin eylemlerinde çocuk hemen hemen istisnasız bir şekilde sırf ve sadece araç konumunda kalıyor. Sadece bir örnek verelim: Bundan altı ay önce Adana’da, ruhsatsız bir iş yerinde ve doğal olarak kaçak çalışan 12 yaşındaki Ahmet Yıldız, ilk defa başına geçtiği ve hızlı çalışsın diye güvenlik sensörü bozulmuş pres makinasına kafası sıkışarak can verdi. Aile işyeri sahibinden aldığı paranın ardından şikayetinden vazgeçti. Ahmet’in katilinin aldığı cüzi ceza paraya çevrilip 24 taksite bölündü. Olay kapandı! Ahmet’in yaşamını çalan bu olayın içinde kaç yetişkin var? İsteyen saysın. Yanına da şunu koysun: Ahmet Türkiye’de resmi rakamlara göre çalışan bir milyon çocuk işçiden sadece biriydi. Sendikaların genişletilmiş analizine göre, Türkiye’deki çocuk işçilerin sayısı 8 milyon 369 bin. Bu da, her üç çocuktan biri çocuk işçi demektir. Bu yazıyı okuyan herkesi yetişkin olduğuna pişman edene kadar devam edebilir, örnek ve detay verebilirim bu gibi durumlara. Ama sanırım durumun vahameti anlaşıldı. (Detaylı bilgilere ulaşmak isteyenler bknz. gundemcocuk.org)
İşte günümüz kentleri çocuğa ve çocukluğa bu şekilde bakan yetişkinler dünyasının kentleri. Bir kısım yetişkin tarafından ve sadece bir kısım yetişkin için inşa edilmiş, yönetirken de daha az bir kısım yetişkinin fikir ve görüşlerine başvurulan kentler. Bu kentlerde yerel yönetimlerin çocuk gündemi; kavşak kenarlarında bina yapılamayacak parsellere sıkıştırılmış, yetişkin fantezisi ucube plastik oyuncakları ile birbirini tekrar eden çocuk oyun alanları ile sınırlı. Çocuklar için olanaklardan biri olması gereken çocuk oyun alanları, gittikçe çocuklar için tek kentsel alan haline dönüşüyor. Büyük kentlerde sokakta tek başına yürüyen bir çocuk için iki beter ihtimal var: Ya “tinerci”dir, ya “dilenci”.
Çocukların kentsel alanları kullanması küçük Anadolu kent ve kasabalarında sürse de büyük kentlere gelindiğinde ilk vazgeçilenlerden. Kentsel ve siyasal alanlardan soyutlanan çocuk, yerel yönetimlerin gündeminden de gittikçe düşüyor. Büyük kentlerde güvenlik, toplu taşımanın karmaşıklığı ve pahalılığı gibi sorunlar sebebiyle kentsel alandan el çektirilen çocuklar, kenti bilgisayar ekranı ile okul servisi penceresi arasında algılamaya çalışıyor (o da eğer ekonomik olarak buna olanağı varsa). Son on yılda bu ikisinin arasına girmeyi başaran yeni aktivite alanı ise kentsel alanın kötü kopyaları AVMler oldu. AVMlerle yaratılan görece güvenli, konforlu alanda çocukların yeniden belirmesi yerel yönetimlerin terk ettikleri hizmet alanını sermayenin kendince yeniden üretmesinden, doldurmasından başka bir şey değil. Bu da yokluk içinde en ufak bir arzın bile hemen nasıl talep gördüğünün bir göstergesi.
Toplumda var olan ve gittikçe derinleşen sosyal adaletsizliğin çocuklara yansımalarını daha hiç konuşmadık. Bu sadece tek doz girizgah olsun. “Peki ne yapmak gerek?” sorusunun cevabı da bu yazıda yok. Elbette söyleyecek çok şey var ama isabet ki yerimiz de yok. Bu başka bir yazının konusu olsun. Zaten önce hepimizin, (siyasi partilerin, yerel yönetim aday adaylarının ve seçmenlerin) kafayı kaldırıp çocukların var olduklarını, her yerde olduklarını, her birimiz gibi hak sahibi bireyler, kentliler olduklarını görmemiz gerekiyor. Bu bir. Bunu yaptıktan sonra ne istediklerini de çocuklara sormayı akıl edersiniz artık. Fotoğraf: Mehmet Onur Yılmaz (Fotoğraf çocukların izni ile yayımlanmıştır)
Yorumlar (0)