Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Kent Topraklarının Yağması ve Kirli İttifakın Çöküşü!

Kentlerimiz, 12 Eylül askeri darbesi ile birlikte, yoğun olarak yeni liberal politikaların ve serbest piyasa ilişkilerinin yeniden tesis edildiği alanlar haline getirilmiştir. Bu politikalar sonucunda kent toprakları ve kamu arazileri yağma ve talanın merkezi haline getirilerek siyasal iktidarların çevresinde kümelenmiş “küresel güçlerin” ve“grupların” saldırısı ile karşı karşıya bırakılmıştır. Kentlerde yaşayan yurttaşlar, kentin gerçek sahipleri evlerinden edilmiş ve sürgüne tabi tutulmuşlardır. Bu politikalar AKP iktidarı döneminde azgınlaşarak devam etmiştir. Bu yağma düzenini kolaylaştırmak için de birçok yasal düzenleme devreye sokulmuştur.

Kent Topraklarının Yağması ve Kirli İttifakın Çöküşü!

“Kentsel Dönüşüm Yasası“, deprem riski altındaki kentlerimizin; bırakın sorunlarını çözmeyi, TOKİ eliyle uygulamaya konulan yağma ve talan düzeni, sorunları daha katmerli hale getirmiştir. Üniversitelerin, bilim insanlarının ve TMMOB’nin bütün uyarılarına rağmen, yurttaşlarımızın sağlıklı çevrelerde ve konutlarda yaşama hakkı göz ardı edilerek, deprem riski; yağma ve talanın aracı haline getirilmiştir. TOKİ eliyle yapılan yüzbinlerce yapıya rağmen barınma sorunu hala çözülememiştir.

 AKP iktidarı “umudunu” tamamen inşaat sektöründeki gelişmelere bağlamıştır ve kent toprakları üstünden elde edeceği gelirlerle ekonomiyi canlandırmaya ve kendi siyasi geleceğini yeniden var etmeye çalışmaktadır. İktidar bu politikaları uygularken, önüne çıkan engelleri çıkaracağı yasalarla, birer birer atlayıp, işi kolaylaştırma yönünde adımlar atmaktadır. Van depreminden sonra Afet Yasasının yeniden gündeme gelmesi, esas olarak 99 Ağustos depremi ile birlikte deprem riskinin azaltılması gerekçesi ile “Kentsel Dönüşüm” yasa tasarısının hayata geçirilmesini çağrıştırıyor. Uygulamalara baktığımızda yapılanların “kentsel iyileştirme ”den ve riski azaltmaktan çok uzak olduğunu bize göstermektedir.

O nedenle kent politikalarını oluştururken; bilimsel veriler ve planlama ilkeleri ışığında, üniversitelerin, meslek odalarının ilgili kurumların ve yurttaşların görüşleri mutlaka dikkate alınmalıdır. Yapılan açıklamalara göre; Türkiye’de 19 milyon yapı stokumuz bulunuyor. Bunun yüzde 60’ının sorunlu olduğu; en azından yüzde 40’ının yıkılıp yeniden yapılması gerektiği, bunun da parasal büyüklüğünün 500- 600 milyar dolar olduğu ifade ediliyor. Bu çerçevede TOKİ’nin yetkileri hem Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulması hem de ilgili KHK (kanun hükmünde kararname) ile birlikte daha da artırıldı. Gündemdeki torba kanun tasarısı ile birlikte; başta imar mevzuatı dâhil olmak üzere, Kıyı Kanunu, Mera Kanunu, Köy Arazileri, Kat Mülkiyeti Kanunu ve Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın yapısında değişiklikler öngörülüyor. Bakanlık neredeyse, yağmayı kolaylaştıracak “padişah” yetkileri ile donatılıyor.

Yağma Düzenini Boşa Çıkaracak Kentsel Politikalar Gerekiyor

Sermaye grupları tarafından kentlerimiz yeniden şekillendiriliyor. Kent topraklarının menkulleştirilmesine ve yağmasına dönük yeni bir örgütlenme modeli geliştiriliyor, ekonomi ona göre oluşturuluyor. İstanbul için 3. Köprü tartışması, 3. Havalimanı, Kanal İstanbul Projesi, Tersaneyi Amire, Karadeniz kıyısına bir milyon nüfuslu yeni bir kent inşa edilmesi vb. projelerin iktidar tarafından gündeme getirilmesi bu politikaların bir sonucu. Bu gelişmeler siyasal iktidarın “politik gücünü” artırmasına ve sermaye gruplarının daha da zenginleşmesinin önünü açıyor.

 Hal böyle olunca uzun süredir uygulanagelen kent politikalarının, kent yoksulları, işsizler ve toplumun diğer katmanları açısından bakıldığında; daha çok yoksulluk, barınma sorunu, adaletsizlik olduğu ve gelişmelerin başka dramatik sonuçlarının da ortaya çıkacağı görülüyor... Hal böyle olunca, kentleşme meselesi, kent topraklarının yeniden üleşimi-paylaşımı, kent yoksulları, alt gelir grupları, çalışanlar açısından bu politikaların ne anlam ifade ettiği, nasıl çözüleceği sorununu tartışmamız ve toplumcu bir yaklaşımla, çözümüne dönük politikalar geliştirmemiz, hepimizin ortak sorumluluğu olmalıdır. İçinde bulunduğumuz konjonktürde bunun koşulları ve dinamikleri mevcuttur.

Yasal Değişiklikler Yağmanın Kılıfı, Amaç Kentsel Ranta El Koymak

Afet riski altındaki alanlarının dönüştürülmesi yasası, orman arazileri ile ilgili 2B yasası, daha sonra yasallaşan “Bütün Şehir Yasası”, İmar Kanununda yapılan değişiklikler, “torba yasalar”, TMMOB’yi etkisiz hale getirmek için yapılan düzenlemeler, Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın görev ve yetkilerini yeniden düzenleyen KHK’ler ve benzeri uygulamalar siyasal iktidarın kent politikalarının arka planındaki yağmacı anlayışı ortaya koymaktadır. 23 Ekim 2011 tarihide Van’da yaşanan depremde 644 yurttaşımız hayatını yitirmiştir. Tıpkı 99 Ağustos depremi sonrasında olduğu gibi, deprem sonrası devlet yetkilileri tarafından yapılan açıklamalarda; depremin yaralarının hemen sarılacağı ve evleri yıkılan yurttaşların konut sorunun en kısa sürede çözüleceği ifade edilmiştir. Ardından 6306 sayılı “Afet Riski Altındaki Alanlarının Dönüştürülmesi Yasası” devreye sokulmuştur. Riskli alan ilan edilen bölgelerde bütün yetki Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na geçmekte ve Bakanlığın bildiriminden sonra 2 ay içerisinde bölgenin boşaltılması gerekmektedir.

Yasada getirilen düzenleme ile vatandaşların “yürütmeyi durdurma” hakkı da elinden alınmaktadır. Yasa, katılımcılığı sağlamak yerine ceberrut yöntemler, karşı durulmaz yaptırımlar önermektedir. İnşaat sektörüne bir yeni yaşam alanı açmak hedefini gözetmektedir. Çok büyük bir kentsel rant hacmine yönetim adına el koymak niyeti vardır. Yerellik, yerinden yönetim, yetkileri yerele aktarmak ilkeleri tartışılırken, merkezi otorite ile bireyi karşı karşıya bırakan bir uygulamaya yönelinmektedir. Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Hakkında Yasa’nın, fiziki riskleri azaltma olasılığı düşük, ancak toplumsal ve kültürel riskleri artırma olasılığı çok yüksektir.

 Yurttaşların Mülkiyet Hakları Gaspediliyor

Bu kanunun uygulandığı yerlerde; İmar Kanunu, Turizmi Teşvik Kanunu, Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Kanunu, Kıyı Kanunu, Mera Kanunu, Yıpranan Tarihi ve Kültürel Taşınmaz Varlıkların Yenilenerek Korunması ve Yaşatılarak Kullanılması Hakkında Kanun, Toprak Koruma ve Arazi Kullanımı Kanunu, Boğaziçi Kanunu, Askeri Yasak Bölgeler ve Güvenlik Bölgeleri Kanunu, Zeytinciliğin Islahı ve Yabanilerinin Aşılattırılması Hakkında Kanun, Orman Kanunu, Umumi Hayata Müessir Afetler Dolayısıyla Alınacak Tedbirlerle Yapılacak Yardımlara Dair Kanun vb. devre dışı bırakılmıştır. Bu kanun; TC Anayasa’sı ile güvence altına alınan; Madde 2, 36, 43, 57, 63, 127, 138, 169 ifade edilen ve Devletin korumak zorunda olduğu en temel hakları ve ülkemizin en önemli değerlerini yok saymaktadır. Yasa, yurttaşların mülkiyet haklarını da gaspeden despotik ve yağmacı bir anlayışla düzenlenmiştir.

Başkent Ankara’da, Cumhuriyet dönemi mimarlık eserlerinden, 1. derece kentsel sit alanı olan Saraçoğlu Mahallesi 6306 sayılı yasa kapsamında 28 Ocak 2013 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile riskli alan ilan edildi. Mahallede oturanlar tarafından açılan dava sonucunda, Danıştay 14. Dairesi alınan kararda hukuka uyarlılık olmadığından Bakanlar Kurulu kararını iptal etti. Ancak rant baskısına dayanamayan Bakanlar Kurulu, Danıştay kararını geçersiz kılmak için Yenişehir Mahallesini de kapsam içerisine alarak, yeniden Saraçoğlu Mahallesi’ni Riskli Alan ilan etmiştir. Basına yansıyan telefon görüşmelerinde; İstanbul›un en değerli arazilerinden olan (Etiler’deki eski Polis Meslek Yüksek Okulu), yaklaşık 32 bin metrekare Arazinin Bosphorus 360’a devriyle ilgili bizzat Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın devreye girdiği, hatta bunun için bir Bakanlar Kurulu kararının çıkarıldığı da tespit edildi.

Bakanlar Kurulu, 24 Temmuz 2013’te Resmi Gazete’de yayımlanan bir kararla araziyi “afet riskli alan” ilan etti. Böylece arazinin Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’na sınırsız yetki veren Dönüşüm Yasası kapsamına sokulması sağlandı. Riskli alan ilanı, Boğaziçi Kanunu, imar ve koruma yasaları gibi 13 ayrı yasaya uyma zorunluluğunu ortadan kaldırıyor. (soL - Haber Merkezi 15 Ocak 2014) Bütün Şehir Yasası ise yerelleşmenin, yerel demokrasinin gelişmesinin önünde engel teşkil eden, antidemokratik bir yasal düzenlemedir.

Yasa ile birlikte, Türkiye’nin idari yapısını değiştirilmiş, 16 olan Büyükşehir sayısını 30’a çıkarılmış, 3000 civarında olan belediyenin 1591’i ortadan kaldırmış, belediye sınırının il sınırı olması ile birlikte, sayısı yaklaşık 16.000 olan köy tüzel kişiliği yok edilerek, yasayla birlikte mahalleye dönüştürülmüştür. Köy statüsünün ortadan kalkması sonucunda tarım arazileri, meralar yapılaşma baskısı ile karşı karşıya kalacak, kırsal yaşam daha da zorlaşacak ve bütün belediye hizmetleri paralı hale gelecektir. Gezi Parkı/Direnişi: 5532 Eylem, 5513 Gözaltı İktidarın, İstanbul Gezi Parkı’nda, Topçu Kışlası adı altında AVM yapma girişimi üzerine başta Mimarlar Odası olmak üzere birçok TMMOB bileşenleri, demokratik ve sivil kuruluşlar, gençler, kadınlar ve toplumun bütün kesimleri ayağa kalkmış ve Dünyanın ve Türkiye’nin en büyük toplumsal muhalefetini ortaya koymuşlardır.

İktidarın baskıcı ve otoriter tavrı sonucu tepki bütün ülkeye yayılmıştır. AKP iktidarının baskıcı, otoriter ve buyurgan tavrına karşı bir tepkiye dönüşen, “Haziran Direnişi”, önderliğini ağırlıklı olarak 90 kuşağı gençlerin ve kadınların çektiği, toplumun ezilen bütün toplumsal kesimlerini kucaklayan haklı bir eyleme dönüşmüş, İstanbul Gezi Parkı’nda başlayan eylemler; Ankara, İzmir gibi kentlerin yanı sıra, Türkiye’nin 80 ilinde protesto edilmiştir. Siyasal iktidar, meydanlarda adalet, özgürlük ve demokrasi taleplerini dile getiren yurttaşların üzerine TOMA’lar, gaz bombaları ve plastik mermilerle saldırarak, 7 gencimizin ölmesine, onlarca insanımızın sakat kalmasına ve yüzlerce insanın yaralanmasına yol açmıştır.

Milliyet gazetesinden Tolga Şardan’ın haberine göre; 28 Mayıs’tan Eylül’ün ilk haftasına kadar olan 112 günlük sürede yaşanan Gezi Parkı sürecinde 80 kentte (Bayburt hariç) 5 bin 532 eylem ya da etkinlik gerçekleştirilmiş, eylemlere yaklaşık 3 milyon 600 bin kişi katılırken, 5 bin 513 kişi gözaltına alınarak haklarında soruşturma başlatılmıştır. Polisin uygulamış olduğu şiddet sonucunda, Abdullah Cömert, Medeni Yıldırım, Ethem Sarısülük, Ali İsmail Korkmaz, Mehmet Ayvalıtaş, Ahmet Atakan ve Hasan Ferit Gedik hayatını yitirmiştir. İstanbul’da polisin attığı gaz mermisi ile yaralanan 15 yaşındaki Berkin Elvan hala komadadır ve yaşam mücadelesi vermektedir.

Onlarca insanımızın sakat kalmasına ve yaralanmasına neden olanlar hakkında herhangi bir soruşturma açılmamıştır. Sadece Eskişehir’de sivil polisler tarafından dövülerek öldürülen Ali İsmail Korkmaz ve Ankara’da polis kurşunu ile öldürülen Ethem Sarısülük ile ilgili olarak davalar açılmış, katiller yargılanmak yerine neredeyse ödüllendirilmiş ve başbakan tarafından, sorumlular “kahraman” ilan edilmiştir. Toplumda adaletin sağlanması konusunda ciddi kuşkular vardır.

Tmmob Yasa Değişikliği İle Cezalandırılıyor

“Gezi Parkı’na sahip çıkan, kent topraklarının yağmasına ve talanına karşı duran, mücadele eden, kamu yararını ve bilimi savunan TMMOB ve bileşenleri, siyasal iktidarın ve çıkar gruplarının hedefi haline gelmiştir. İmar Yasası‘nın 8. maddesine eklenen (ı) bendi, meslek odalarının çok önemli bazı yasal yetkilerini ortadan kaldırmaktadır. Fikir ve Sanat Eserleri Yasası‘nda bilim eseri olarak tanımlanan mimari projelerin eser olup olmadığı, Bakanlık bünyesindeki bir Estetik Kurul‘un keyfine bırakmaktadır. Söz konusu düzenlemelerin; 5846 sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Yasası, 4117 sayılı Edebiyat ve Sanat Eserlerinin Korunmasına Dair Bern Sözleşmesi‘nin Kabulüne Dair Yasa’dan ve İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nden kaynaklanan en doğal ve evrensel bir hak olan mimarların eser sahipliği hakkını, İmar Yasası yoluyla ortadan kaldırmaya yönelik olduğu görülmektedir. “Operasyon” bunlarla sınırlı kalmamış, Orman ve Su İşleri Bakanlığı tarafından Orman Mühendisleri Odası’na idari ve mali denetim yapılacağına ilişkin 7 Kasım 2013 tarihinde Bakanlar Kurulu Kararı yayımlanmıştır.

Bunun ardından, 17 Aralık 2013 tarihli Resmî Gazete’de bu kez Mimarlar Odası’nın da içinde bulunduğu 11 meslek odasının Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından idari ve mali denetiminin yapılacağına ilişkin Bakanlar Kurulu Kararı yayımlanmıştır. TMMOB’nin idari ve mali açıdan bakanlığa bağlandığı 17 Aralık 2013 tarihinde; kamuoyu tarafından “Asrın Soygunu” olarak nitelenen ve birçok bakanın, bakan çocuklarının ve bürokratların isminin geçtiği “yolsuzluk ve rüşvet” soruşturmaları patlak vermiştir.

 Ortaya konan “yolsuzluk ve rüşvet” dosyalarının; daha çok imar planlarının yapılışındaki usulsüzlük ve hukuka aykırılıklar ve kentlerin yağması ile sonuçlanan imar uygulamaları üzerinde yoğunlaştığı görülmüştür. 17 Aralık 2013, bir anlamda yağmanın ve “Kirli İttifak”ın ortaya saçıldığı gün olarak tarihe geçmiştir. Bu gelişmeler üzerine, diğer bakan çocukları ile birlikte oğlu soruşturma kapsamında gözaltına alınan Çevre ve Şehircilik Bakanı, istifasını açıklarken, yapılan, plan değişikliklerinin talimatının Başbakan tarafından verildiğini itiraf etmiştir.

 Yerel Seçimlerde Solun Görevi

17 Aralıkta ortaya saçılan “pislikler”, usulsüz yapılan plan değişiklikleri, kişiye özel emsal artışları, kamu arazilerinin yağmalanmasına göz yumulması vb. konularda, bugüne kadar meslek odalarının verdiği mücadelenin haklılığını da ortaya koymuştur. Aralık 2013 Türkiye’sinde, ülkeyi yöneten AKP ve ona destek veren yağmacı, gerici, çıkarcı ittifak dağılmaya başlamıştır. O nedenle 2014 yılı Mart ayında yapılacak seçimler AKP iktidarını sarsmak ve toplumumuzu baskıcı bir yönetimden kurtarmak açısından çok önem taşımaktadır. AKP’yi yerel seçimlerde sarsacak yapı ise hiç kuşkusuz, solun, sosyal demokratların ve sosyalistlerin, Demokrasi, Özgürlük ve Barış isteyen kesimlerin, hiçbir önkoşul öne sürmeden, AKP iktidarına karşı ortak hareket etmesinden ve birlikte mücadeleyi omuzlamasından geçmektedir. Bu mücadelede bütün siyasal kesimler ortak sorumluluk taşımalıdır.

Asıl olan ülkemizin geleceği, esenliği, barışın daim kılınması ve Demokrasi içerisinde sorunlarımıza ortak çözüm üretilmesidir. Bunun mutlaka başarılması için Yerel Yönetim Politikalarının gözden geçirilerek, halkın çıkarı açısından ortaklaştırılması gerekmektedir. Genel yönetimde demokratik bir iktidarın kurulabilmesi için; yerel seçimlerde İzmir, Antalya ve Aydın’ın yanı sıra İstanbul, Ankara, gibi büyükşehirler mutlaka kazanılmalıdır ve bunun başarılmasının koşulları vardır. Yerelde başarılı olmak için öncelikle, politik programın oluşturulması sürecinde, toplumun örgütlü kesimleri ile bir araya gelmek, mücadeleyi ortaklaştırmak ve sokağı örgütlemek önem kazanmaktadır. Geçmiş belediyecilik deneyimlerinde dikkate alınarak “HALKÇI, TOPLUMCU BELEDİYECİLİK” programı, birlikte zenginleştirilmeli ve halkın demokratik iktidarına giden yolda ortak akıl “politik tercihler”imizin önünde tutulmalıdır.

Çalışmalara halkın etkin katılımını sağlamak üzere, üniversitelerin, meslek odalarının, sendikaların, demokratik kitle örgütlerinin, sivil toplum kuruluşlarının, semt derneklerinin ve muhtarların temsilinin sağlanacağı tartışma platformları oluşturulmalı, mahalle forumları ve mahalle meclisleri daha sonra; karar süreçlerine katılan, yerel yönetimlerin politikalarını ve uygulamalarını denetleyen HALK MECLİSLERİ’ne dönüştürülmelidir.

Bilgi Notu: Afet Riski Altındaki Alanların Dönüşümü ile ilgili 6306 Sayılı Kanun, CHP tarafından Anayasa Mahkemesi’ne götürülmüştü. 28 Şubat 2014 tarihinde Anayasa Mahkemesi (AYM) 6306 sayılı yasanın bazı maddelerini iptal etti. Hak mücadelesi açısından önemli bir kazanım. İptal kararı, en azından yurttaşların mülkiyet haklarını Anayasal güvence altına almış olan yürürlükteki yasaları tekrar geçerli kılmış durumda. 6306 sayılı yasa kapsamında “riskli alan” ilan edilen bölgelerdeki mülk sahipleri AYM kararı gereğince yürütmeyi durdurma talebinde bulunabilecek ve anayasa ile teminat altına alınmış yasal haklarını kullanabilecekler. Bu kapsamda Ankara Saraçoğlu Mahallesi dava süreci de yeni bir boyut kazanmış oldu. Tabii ki hukuken doğru olan yasanın tamamının iptal edilmiş olmasıydı.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış