İngiltere’de Sanayi Devriminden önce, dokuma sanayisine hammadde sağlayanlar, köylerinde ve kasabalarında zanaatkarlık yapan, bir yandan da tarımla uğraşan insanlardı. Bu dokumacı aileler kentlerinin yakınında oturuyorlardı ve kazandıklarıyla da oldukça iyi geçiniyorlardı. İç pazar, kumaş talebinin tek pazarıydı ve hammaddeyi de bu insanlar pazara sürüyorlardı. İstedikleri zaman çalışıyor (istedikleri zaman dokuma tezgahına oturuyorlardı, ip eğiriyor ya da sadece ipi satıyorlardı) ve kalan vakitlerinde ufak topraklarıyla uğraşıyorlardı. Peşpeşe icat edilen yeni makineler (ip eğirme, dokuma makineleri) dokuma sanayisinde devrim yarattı. Üretim hızlandı, iş bölümü geldi ve üretim atölyelerden çıkıp fabrika düzeyine genişledi. Bunun sonucu olarak imal edilmiş ürünlerin fiyatında hızlı bir düşüş, ticarette ve imalatta bolluk ortaya çıktı. (dış pazar işgali, kapital büyümesi vs.) Az önce bahsettiğimiz, ip eğirme vb işlerde çalışan ailelere ihtiyaç kalmadı; makinelerin başında duran ve fabrikada seri üretim yapabilen “işçi”lere ihtiyaç arttı.
“Bu sanayinin merkezi, ilk ortaya çıktığı yer olan Lancashire’dır. Sanayi bu bölgeyi tamamen değiştirmiş, kötü ekilmiş bir bataklıktan; canlı, çalışan nüfusu seksen yılda 10 katına çıkan, toplam nüfusları 700.000’e varan Liverpool ve Manchester gibi … bi mucize gibi birden bire ortaya çıkıvermiş bir sürü imalatçı komşu kentlerden oluşan bir bölgeye çevirmişti…” (F.Engels) İmalatın hızlı gelişmesi bir çok insana ihtiyaç doğurdu; ücretler arttı ve işçiler tarımsal bölgelerden kentlere göç etmeye başladı. Az önce sözünü ettiğimiz kentlerin nüfusunun çok büyük bir kısmını (hemen hemen ¾’ünü) işçi sınıfı oluşturuyordu. Kendini büyük bir sefalet içinde bulan işçilerden şanslı olanlar bir fabrikada iş bulabiliyordu.
Fabrika etrafındaki mahallelere yerleşiyor, bir evde onlarca kişi birlikte yaşamak zorunda kalıyordu. Engels, İngiltere’deki işçi sınıfının durumunu anlatan kitabında bu mahallelerdeki sağlıksız yaşam koşullarını (kaldırımsız yollar, pis su birikintilerinin bulunduğu, pazar artıklarının kokularıyla dolu mahalleler vb.) oldukça etkileyici bir şekilde anlatılıyor. Sonuç olarak daha önceden genellikle soyluların, tüccarların ve orta sınıf ailelerin yaşadığı kentler, artık tarımsal alanlardan göçen ve bir iş bulabilirse işçi statüsüne yükselebilen yüz binlerce insan tarafından doldu. Haliyle kentin bir çok farklı alanında işçi mahalleri ortaya çıkmaya başladı. Şimdi buna benzer süreçlerin başka yerlerde nasıl işlediğine bakalım. Bu süreç hemen hemen aynı kurallar üzerinden işler ve içinde ufak tefek de farklılıklar barındırabilir. Örneğin Brezilya’da “favela” olarak bildiğimiz işçi mahalleleri. Bu mahalleler ilk kez kalacak yerleri olmayan askerler tarafından yapılmıştı, ama daha sonra bir çok siyah köle bu mahallelere yerleşti. Favelalar inşa edilmeden önce genel politika –her zaman olduğu gibi- fakir halkın şehirlerden uzaklaştırılması yönündeydi. Fakat iş bulmak için göçün hızlandığı dönemlerde bugünkü anlamıyla favelalar ortaya çıkmaya başladı. Brezilya’da kayıtlara girmiş 1000’den fazla gecekondu mahallesi var. İstatistiklere göre ise -2011 yılı için- Brezilya halkının %6’sı, yani yaklaşık 11.4 milyonu bu bölgelerde yaşıyor. Hatırlarsınız, geçtiğimiz yaz aylarında Brezilya’da toplu taşıma ücretlerine gelen zamla birlikte isyanlar patlak vermişti.
İsyancıların çoğu, bu mahallelerde oturan ve iş merkezlerine ulaşmak için toplu taşımayı kullanan, saatlerce yol gitmek zorunda kalan gençlerdi. Bu örnekler çeşitli Avrupa ülkelerindeki gettolarla, Amerika’daki –özellikle- hispanik göçmen mahalleleri ile vs. çeşitlendirilebilir. Fakat hepsinde aynı olan nokta, bu sorunun altında yatan ekonomik sebeplerdir. Şimdi biraz daha yakına gelip Türkiye’ye bakalım. Hepinizin tahmin ettiği gibi dünyadaki bu işçi mahalleleri, Türkiye’deki gecekondularla ortak bir yapıya sahiptir. Özellikle 60’lı yıllarda artan göçlerle başta İstanbul olmak üzere büyük şehirler gecekondu mahalleleri ile çevrelenmeye başladı. Öncelikle iş imkanlarının olduğu bölgelerde işçi mahalleleri oluşmaya başladı. Bundan sonra ise kendi hemşehrilerinin oturduğu mahalleye göçen diğer yoksullarla birlikte daha büyük gecekondu mahalleleri ortaya çıktı.
Örneğin yine 70’lerde İstanbul’da Haliç kıyılarına konuşlanmış bir çok fabrika vardı. Özellikle de demir ve kazan fabrikaları. Bu fabrikalarda çalışan işçiler fabrika çevrelerine gecekondularını dikiyor ve orada yeni mahalleler oluşturuyordu. Alibeyköy’de bulunan meşhur Sütlüce Mezbahanesi sebebiyle Haliç civarındaki mahalleler bir hayli kötü durumdaydı. Haliç’e akıtılan kanlar ve pislikler, sokaklara saçılan bağırsakların kokusu, bu bollukta çoğalan kedilerin, köpeklerin varlığı vs. tamamen Engels’in anlattığı Londra’nın ilk işçi mahallelerinden farksızdı. Günümüzde ise aslında bu süreç hala devam etmektedir. Artık büyük kentlerde üretime dayalı kazançtan çok “ticaret ve spekülasyon” ile kazanç sağlanmakta ve üretim yapan işyerleri şehir dışına atılmaktadır. Bu şehir dışına itme hareketinin sermaye sınıfı açısından sebepleri de vardır. Yukarıda Haliç’in kıyısında bahsettiğimiz kazan fabrikaları artık yok. Büyük kent merkezlerinde yer kalmadığı için buna benzer bir kentleşme görmüyor olabiliriz, ama gerçekte şehir dışına kurulan yeni sanayi merkezleri hala aynı şekilde kentleşmektedir. Yine İstanbul ve Tekirdağ’da; Çorlu, Çerkezköy, Hadımköy semtleri bu konuya iyi birer örnek olabilir.
Bu adı geçen yerleşim yerleri gerçekten birer “köy” iken, fabrikaların bu uzak bölgere taşınması ile şehrin en önemli sanayi merkezleri haline gelmeye başladı ve etraflarında yine işçi mahalleleri konuşlanmaya başladı. Önceleri bu bölgelere toplu taşıma neredeyse yok iken, artık otobüsler şehrin o yakasına akın akın işçileri taşımaya başladı ve taşımaya devam ediyor.
Büyük kentlerde yoksullar açık bir şekilde şehir dışına itiliyor. Sanayi devriminden bu yana yaklaşık 200 yıl geçmiş olabilir, ama yaşamak için hayatı var etme becerisini gösteren işçi sınıfına sunulan yaşam bütün kentlerde aynı; balık istifi bir şekilde saatlerce yol gitmek, yorulduğunda parka bile gidecek mecali kalmadan evinde uyuyakalmak. “Kent”tin nimetlerinden –parklarından, bahçelerinden, meydanlarından- yararlanamadan kenti inşa etmek.
Sonuç olarak; her politik meseleye olduğu gibi, “kent” olgusuna da sınıfsal açıdan bakarak yorumlamak (özellikle de Gezi olaylarından sonra) kaçınılmaz hale gelmiştir. Kentler her zaman işçi sınıfı sayesinde büyümüş, onun sayesinde şeklini kazanmış ya da değiştirmiş ve onun sayesinde de sürekli olarak değişecektir. Kentler farklı sınıflardan insanları bir arada barındırıyor olabilir ama her zaman bu sınıflar arası uyuşmazlığı ve çatışmayı gözler önüne sermektedir. Gerek gecekondu mahalleleri ile gerekse gökdelenleri ve plazaları ile bu savaş sürekli gözler önüne serilmektedir.
Yorumlar (0)