1990’ların başıydı. Kumrular’daki ağaçları budamışlardı, tam ortalarından keserek. Geçen gün baktım o güzelim ağaçlar yine kapatmış gökyüzünü. Çok yıl yaşadık demek ki Ankara’da. Bir yılbaşı akşamında, on beş metrekarelik bir odada, birbirini seven insanlar eğlenmiş ve sabaha karşı yürümek istemişti. Yaklaşık yirmi yıl sonra yine büyümüş olacak ağaçların ortadan budandığını görünce, üzülmüşlerdi. Şimdi onlar, orta yaşlı, iş güç sahibi insanlar. Ağaçlar yeniden filizlenip gökyüzünü kaplarken, mezun oldular, aşık oldular, evlendiler, boşandılar, işsiz kaldılar. Ağaçlar gökyüzünü örttüğünde, hepsi bir yerlerde ama yine arkadaşlar. Seviyorlar birbirlerini. Yalnızca bir iki kişiyi, bir kez daha görmediler. Onlar, Kumrular ağaçlarının yine ve yeniden büyümesini beklemeden ayrıldılar Ankara’dan. 1990’ların ortasıydı. İngiltere’de, Londra’da, bir lokantanın duvarları lekeli ve yemek kokulu soyunma odasında iki insan sohbet ediyordu. Biri garson, diğeri müzisyen. Keman çalıyordu müzisyen olanı. Sarı sakalı, dökülmekte olan uzun, arkadan bağlı saçı ve sigaradan sararmış parmaklarıyla. İyi bir adamdı. Ankara’da okuyup gitmişti Londra’ya. Gündüz marangozluk, akşam müzisyenlik yapıyordu kirasını ödeyebilmek için. On yılı geçmiş, geleli Londra’ya. Dönmemiş bir daha. Kimsesi kalmadığını, arkadaşlarından koptuğunu, Londra’ya alıştığını anlattı garsona. Garson, Ankara’dan söz etti. Necatibey’den ve onu Güvenpark’a bağlayan, kütüphane, okul ve Kaymakamlık olan o güzelim caddeden. Ortak noktaları Ankara ve Kumrular idi. Müzisyen’in gözleri doldu caddenin adını duyunca. Ağlamaya başladı. Garson orada, ilk kez, Kumrular’dan söz etmenin ve gökyüzünü örten ağaç dallarının, gözyaşı olabileceğini fark etti. “Özlem böyle bir şey herhalde.” diye geçirdi içinden. Bazen koku, bazen isim, bazen mekân oluyordu, özlemenin adı.
1990’ların ortasıydı. Öğrenci, mezun oluyordu artık. Arada bir Kumrular’ın Necatibey köşesini döner ve oradaki sinemaya giderdi. O yıllarda Ankara caddelerinde sinemalar vardı. Yalnız giderdi, arkadaşlarıyla giderdi, sevdiğiyle giderdi. Sonra, sevdiğiyle Kumrular’da yürürdü. Elini tutardı, gökyüzünü örten güzelim ağaçların altında. Hemen ortasından başlayan küçük lokantalara oturup bir şeyler yerlerdi. Yerken tartışırlardı, kavga da ederlerdi. O zamanlar sevgiliyle cebelleşme ve bunu marifet bilme zamanlarıydı. Bazen Kumrular’ın sonunda, Kızılay’a yaklaşan yerindeki kuruyemişçilerden bir şeyler alırdı, alırlardı. O kuruyemişçiler, saat satan dükkânların hemen yanındaydı. Saat satan dükkânlar, mezun olacak öğrenciye İstanbul’u ve galiba en çok Sirkeci’yi hatırlatırdı. Kumrular’ın o noktası da en az Sirkeci kadar kalabalık ve güzeldi. Hele kar yağıyorsa daha da güzel görünüyorlardı, vitrinindeki göz alıcı saatleriyle. Küçük, ışıltılı, orta halli dükkânlar. Yine de kuruyemişçilerin, vitrinsiz ve caddeye bakan, davetkâr halleri daha güzeldi ama. Hele kavrulan leblebinin kokusuyla, akşamın loşu birleşince, daha da baştan çıkarıcıydı. Bir de çalışanlar var elbet, neden bilinmez hep iyi insan gibi görünürdü oralarda çalışanlar; postacılar, kasiyerler, bekçiler gibi. Meslekten herhalde. Tabii Kaymakamlık binasının yanında açılıp öğrenci ve arkadaşlarının karnını çok doyurmuş olan “mercimekçiyi” unutmamak gerek. Mercimek çorba, mercimek köfte, mercimek börek, mercimek baklava! Bir ara mercimek stokunu tüketmeye çalışıyordu necip devlet. Faydası bize oldu. Yolun sonuna gelindiğinde öğrenci, sevdiğini dolmuşa uğurlar ve eve dönerdi. Kumrular’ı boydan boya bir daha yürüyerek.
2000’lerin başıydı. Öğrenci mezun oldu, büyüdü, iş güç sahibi oldu. Orada oturmuyordu ama sık sık gidip Kumrular’da yürüdü. Anısı vardı, ağaçları özlüyordu. Aynı Tunalı gibi, Kumrular da Ankara’yı özetliyordu aslında ve iş güç sahibi adam Ankara’nın özetlenmiş halini de seviyordu. 2010’ların başıydı. İş güç sahibi adamın en sevdiği, anılarını biriktirdiği Kumrular’da, çok sevdiği kuruyemişçi ve saatçilerin tam önünde bir bomba patladı. Günahsız insanlar öldü. Günahsız kuruyemişçi çırağı öldü. Günahsız yoldan geçen öldü. Karşı okuldaki günahsız çocuklar korktu. Paramparça oldu günahsız insanlar. Bombayı patlatan, bunun adını “mücadele” koyuyordu herhalde. Bombanın patladığı yerdeki günahsız ağaç karardı. Temizledi bir gecede, hiçbir şeye boyun eğmemeye yeminli, kararlı devlet. İki gün sonra, iş güç sahibi, yine gitti Kumrular’a. Boydan boya yürüdü. Yine güzeldi. Ama ağaç kararmış, günahsızlar parçalanmıştı. Tam kuruyemişçi ve saatçilerin önünden geçerken, İstanbul’da, Osmanbey yolundaki Agos’un önünde yürürken ve kan lekesi henüz tam çıkarılamamışken hissettiğini hissetti. Ne hissettiğini bilemedi. Hissi, buydu. Kumrular güzeldir. Başka caddeler de güzeldir. Hepsinde, öğrencilerin, aşıkların, kavgacıların, gürültücülerin, sarhoşların, mutlu, sevinçli ve üzgünlerin, göçüp gitmişlerin anısı vardır. Her taşında, her küçük çukurunda, her su birikintisinde, her yerinden oynamış kaldırım taşında, her kuruyemişçi, lokanta, eczane ve saatçisinde. Yeni anıları bekliyorlar. Siz de gidin yürüyün ki yalnız hissetmesin kendisini; Kumrular, Tunalı, Esat yokuşu, Ayrancı, Hacıbayram, Çıkrıkçılar…
Yorumlar (0)