Sona ermiş değil, çünkü bu saldırı birkaç maddelik bir yargı paketinden ibaret değil; bir dizi mevzuat düzenlemesi, bütçe kalemi, medya kampanyası, Diyanet hutbeleri, RTÜK cezaları, valilik yasakları ve polis copuyla desteklenen topyekûn bir seferberlik. Üstelik bu seferberlik sadece Türkiye'de değil, başta ABD ve Rusya olmak üzere, dünyanın hemen her yerinde otoriter rejimlerde “ailenin korunması” adı altında LGBTİ+'lara ve kadınlara yönelik olarak ilan edilmiş durumda.
Egemen kapitalist sınıf açısından ailenin korunması gerçekten de somut bir gereklilik. Bunun en öncelikli nedeni, devletin yurttaşlarla olan ilişkisinin, heteronormatif patriyarkal “geleneksel” aile içinde her gün ve her gün yeniden üretiliyor olması. Devletin her alanda giderek otoriterleştiği, her türlü demokratik talebin, hak arama mücadelesinin şiddet kullanılarak bastırıldığı, üstelik bu şiddetin “devlet baba” figürüyle meşrulaştırıldığı – babanın şiddet kullanmaya hakkı vardır; baba hem sever, hem döver! – bir ortamda, bu muameleye maruz kalan yurttaşların, bunu “doğal” kabul edecekleri ve ses çıkarmayacakları bir “terbiyeye” tabi tutulması gerekir.
Bu “terbiye” hayatın her alanında, televizyon, okul, askerlik, işyeri ve benzeri her ortam ve yöntemle gerçekleştirilir, ancak en birincil öneme sahip kurumu şüphesiz ki mevcut haliyle varlığını sürdürmesi istenen antidemokratik ve baskıcı aile ortamıdır. Meselenin özü, her aileden küçük bir devlet olmasının beklenmesidir. Bu küçük devlette “terbiye” edilen bireyler, büyük devlet içinde üstlenecekleri rolleri ses çıkarmadan kabul edecektir.
Son 10 yıldır dünya genelinde evlenme oranlarının düşme, boşanma oranlarının artma ve doğum oranlarının istikrarlı bir azalma eğilimine girmiş olması, otoriter rejimleri – başkalarının yanı sıra – yukarıda sayılan nedenlerden ötürü “geleneksel” aile modelini güçlendirme girişimlerinde bulunmaya yöneltti. Bu modele aykırılık gösteren feministler ile toplumun varlığını sürdürebilmesi için olmaz olmaz koşulu olarak görülen çocuk yapma yeteneğinden mahrum oldukları kabul edilen LGBTİ+’lar, kaçınılmaz olarak devlet temsilcilerinin nefretinin odağına yerleşti ve hedefleri haline getirdi. Diyanet İşleri (Eski) Başkanı Ali Erbaş'ın 2019'da Onur Yürüyüşü’nü eleştirirken sarf ettiği “Anne olmayı devreden çıkaran bir kadın ve baba olmayı devreden çıkaran bir erkek tasavvuru, fıtrata, yaratılışa aykırı bir sapkınlıktır” sözleri, çocuk yapmayı düşünmeyen kadın ve erkekleri de kapsayacak şekliyle genişletilmiş haliyle, bu arka plana dayanıyor.
Bu ilk defa karşılaşılan bir durum değil; derin sosyoekonomik kriz anlarında geçmişte de Hitler, Mussolini, Stalin gibi diktatörler geleneksel aile modelini ve toplumsal cinsiyet normlarını desteklemiş, belirli sayılarda çocuk doğuran kadınları madalyalarla taltif ederek bir nevî “kuluçka makinesi” ilan etmişlerdi. Elbette zikredilen bu isimlerin yönetimleri altında LGBTİ+'ların “yozlaşma” ve benzeri gerekçelerle ağır baskılara tabi tutulduğunu, akıl hastanelerine ve toplama kamplarına kapatıldığını ve korkunç yöntemlerle katledildiğini belirtmek de gerekir.
Daha önce de yargı paketlerinde yer alan LGBTİ+ karşıtı yasa maddeleri bu defa da LGBTİ+ örgütlerinin, kadın hareketinin ve müttefiklerinin olağanüstü çabalarıyla meclise sunulmadı. Fakat bu bir sonraki yargı paketiyle ya da bağımsız bir madde olarak tekrar sunuşmayacağı anlamına gelmiyor. Ne de olsa “Aile 10 Yılı” yerli yerinde duruyor, Aile ve Sosyal Politikalar Bakanlığı, astronomik hale getirilen bütçesiyle “geleneksel” aile ve toplumsal cinsiyet normlarının bekası için yoğun çalışmalarda bulunuyor, LGBTİ+'lar Erdoğan ve devletin farklı yöneticileri tarafından sürekli olarak hedef gösteriliyor.
Bütün bunların yanı sıra, mevcut ekonomik kriz de giderek derinleşiyor. Asgari ücretle yaşamak mümkün değil, kiralar astronomik rakamlara ulaşmış, hayat pahalılığı almış yürümüş, basit bir market alış verişi için bile servet ödeniyor. Hal böyleyken giderek daha fazla homurdanan işçilerin öfkesini başka yere yönlendirmek için LGBTİ+'lar günah keçisi ilan edilmiş durumda. Tüm sorunların sebebi olarak LGBTİ+'ların “ahlaksızlığı” gösteriliyor ve bunun üzerinden oluşturulan ahlaki panikle, Erdoğan işçi kitlelerine kendisini bir “kurtarıcı” olarak sunuyor.
Bu nedenle LGBTİ+ karşıtı maddelerin meclise sunulmamış olması bir son değil; “Aile 10 Yılı” programı olanca hızıyla sürdürülüyor ve bu sadece LGBTİ+lar ve kadınlar üzerinde baskının artması değil, sömürü çarklarının da daha hızlı dönecek olması anlamına geliyor. LGBTİ+'ları baş tehlike olarak gören işçilerin öfkelerini gerçek düşmana, yani patronlara ve temsilcilerine yöneltmeleri, yöneltseler de etkili bir mücadele vermeleri mümkün değildir.
Bu durumda ne yapmalı? LGBTİ+'ların ve feministlerin mücadeleye devam etmeleri, mevcut ittifakları güçlendirmeleri ve yeni müttefikler bulmaları elzemdir. Örgütlü işçi sınıfının bir müttefik olarak sahneye çıkması – henüz böyle bir şey olmadı – çok şeyi değiştirebilir. Bunun nasıl yapılması gerektiğini 2009 yılında Ankara'da direnişe geçen Tekel işçileriyle dayanışmaya giden Pembe Hayat Derneği aktivistleri bize göstermişti. İlk karşılaşmadaki şaşkınlık, ortak düşmana karşı mücadele edildiği anlaşıldığı andan itibaren yerini dayanışmaya ve “Yaşasın işçilerin birliği! “ sloganlarına bırakmıştı. İçinde bulunduğumuz ağır sosyal ve ekonomik koşullarda işçi sınıfı mücadelesinin yükseleceği açık; bunun LGBTİ+ mücadelesi ile birleşmesi halinde çok şey değişebilir.
Bu, bir kez yaşanmıştı; bir daha yaşanmasının önünde hiçbir engel yoktur. Tek engel zihinlerdeki bariyerlerdir, bunların aşılması ise çok zor değildir. Ezilenlerin bileşik mücadelesi dünyayı değiştirebilir; değiştirecektir de.
(Fotoğraf: Meltem Ulusoy)
Yorumlar (0)