Minnesota İsyanının 30 Günü: Öfkeli Karamsarlıktan Temkinli İyimserliğe

Minnesota İsyanının 30 Günü: Öfkeli Karamsarlıktan Temkinli İyimserliğe

ERDEM İLTER KİMDİR?
UCLA Tarih Bölümünde Modern Osmanlı, Ortadoğu ve Kürt tarihi ile Türk-Amerikan ve ABD Ortadoğu ilişkileri üzerine doktora çalışmalarını sürdürmektedir.

Mehmet Onur Yılmaz:

George Floyd’un 25 Mayıs’ta bir polis tarafından nefessiz bırakılarak öldürülmesinin bugün birinci ayı, 25 Haziran. Birinci ayda gelinen durumu nasıl değerlendiriyorsunuz? Nasıl başladı ve şimdiye kadarki süreç nasıldı?

Erdem İlter:

Kısaca söylemek gerekirse bu bir ay içinde öfkeli karamsarlıktan temkinli iyimserliğe geçtik diyebiliriz. Olaylar başladığında müthiş bir öfke vardı, müthiş bir karamsarlık hakimdi, yine mi sorusu soruluyordu. Daha önce onlarcasını gördüğümüz bir olay kameralar önünde vahşi bir şekilde tekrarlanıyordu. Bu görüntülerin yarattığı müthiş bir öfke ve o öfkenin de sokağa taşması söz konusuydu. Olaylar 3 bin farklı merkeze yayıldı. Bu muazzam büyüklükte bir katılımın göstergesi. Los Angeles, New York gibi büyük şehir merkezlerinden birkaç bin kişinin yaşadığı mahallelere kadar yayıldı olaylar. Bu Amerikan tarihinde çok şahit olmadığımız bir şey. Daha sonra bildiğiniz gibi yağmalar, yakmalar, polise yönelik özel bir nefret ve onun ortaya çıkışını, polis arabalarının, polis merkezlerinin yakılmasını gördük. Şimdi ise temkinli bir iyimserlik söz konusu. Temkinli olmasının sebebi ise meselenin çok derin olması. 10 yıllara, yüz yıllara dayanıyor olması. Çok köklü olması. Talep edilen veya istenilen yere varılmasının radikal dönüşümlerle olabilecek olması. Bu yüzden temkinli. Aynı zamanda iyimser bir temkinlilik bu. İyimser olmasının sebebi ise ciddi şekilde radikal adımlar görüyoruz pratikte. Hem Amerikan Kongresinde hem eyalet meclislerinde hem de yerelde, belediyelerde reformlar görüyoruz. Birçok yerde polisle yapılan anlaşmaların iptal edildiğini, polisin bütçesinde kesintiye gidildiğini görüyoruz. Eş zamanlı olarak, aşırı militerleşmiş polis gücünün askeri hüviyetten arındırılmasına yönelik çeşitli adımlar var. Bu yüzden de iyimserlik var. Kazanımların kâğıda dökülmesi süreci de diyebiliriz biz buna. Bir kanun devletinde en önemli şey de budur aslında. İnsanların meydana

Mehmet Onur Yılmaz:

Türkiye’deki benzer toplumsal kalkışmaların ardından, Gezi Direnişi olsun, bu günlerde 50. yılını yaşadığımız 15-16 Haziran İşçi Direnişi olsun, en yakıcı meselele birkaç yıl sonra dönüp baktığımızda hiçbir somut kazanımın elde edilememiş olması. Amerika’da bu noktada bir fark var, söylediğiniz temkinli iyimserlik bazı kazanımlara dayanıyor. Ne tür somut kazanımlar var? Somut gelişmelerden birkaç örnek verebilir misiniz?

Erdem İlter:

En basitinden Minnesota Üniversitesi polisle olan kontratını iptal etti. Bu, polisin ciddi şekilde gelir kaybı yaşaması demek. Bir diğer örnek, Los Angeles Belediyesi polisin bütçesinden yüz elli milyon dolar kesinti yaptı ve bu parayı siyah toplumun mahallelerindeki okullara aktardı. Aynı şekilde bizim okul da (UCLA) polisle olan kontratlarını gözden geçiriyor. Onun dışında Kongrede hem Cumhuriyetçilerin, hem Demokratların oluşturduğu ortak komisyonlar çalışmaya başladı. Trump bile onaylamak zorunda kaldı ortaya çıkan raporu. Orada ciddi şekilde adımlar atılıyor. Pentagon’dan yani ordudan polise askeri ekipman akışını durdurmaya yönelik adımlar söz konusu. Bu çok önemli, polisi militerleştiren aynı zamanda da protestoculara ya da halkın bir kesimine düşman gözüyle bakmasına sebep olan tam da buydu: Federal hükümetten gelen fonla polisin askeri eğitimden geçirilmesi ve askeri ekipmanla donatılması. Polisin araçlarına bakıyorsunuz savaş alanlarında görülebilecek araçlarla iniyorlar şehir merkezlerine. Polise bunlardan el çektirilmesi söz konusu ki bunlar çok çok büyük kazanımlar. Ve polisi bu noktaya getiren 60’lı yıllarda geçen güvenlikçi kanunların sonucuydu. Şimdi o kanunlarda değişiklikler yaparak meselenin bir noktada köküne iniyorlar. Bunlar müthiş kazanımlar!

“Bütün yağma olaylarına ve şiddet görüntülerine karşın halk eylemleri onaylıyor. Söyledikleri şey ise şu; protestocuların şiddete meyilli oldukları ve bazılarının şiddete karıştıkları doğru ama asıl sorun devlet şiddetidir”

Mehmet Onur Yılmaz:

Peki bu talepler eylemcilerin baştan beri ortaya koyduğu talepler miydi, yoksa gösterileri yatıştırmak için merkezi olarak ortaya konulan bazı tavizler mi söz konusu?

Erdem İlter:

Gerçekten talep vardı. Talepler nerelerde dile getiriliyordu derseniz, üniversitelerde dile getiriliyordu. Akademisyenler, bu meseleyi çalışanlar dile getiriyordu. Hükümette, özellikle de Demokrat Parti’de meselenin can yakıcı olduğu yerlerden gelen temsilciler ilgileniyordu. Sivil toplum kuruluşları ilgileniyordu. Siyahi toplumun öncüleri, sivil toplum kuruluşları, siyasetçileri bu yönde adımlar atılması çağırısını yapıyordu. Fakat olaylar ile birlikte bunun bir anda ana akıma dönüştüğünü gördük. Eskiden, polis diyelim ki bir siyahı öldürür, yerel temsilci veya polis çıkar “bu çürük elma” der konuyu kapatırdı.

Mehmet Onur Yılmaz:

Doğrudan İçişleri Bakanının da böyle bir şey söylediğini duyduk bu süreçte.

Erdem İlter:

Sonradan o tavır hızla terk edildi. Daha sonrasında gündeme bile alınmadı. Belli bir iki kanal dışında o sözü ağzına alan bile olmadı. Şunu gördük ki üniversitelerde doğan o talepler, o raporlar, böyle bir olayla bir anda kitleselleşti. Tabii bunun da on yıllara dayanan arka planı var. Biz Amerikan şehir tarihi derslerimizde, Amerikan işçi sınıfı tarihi derslerimizde işliyoruz. Yaptığımız şey bu meselenin nerede başladığı, kökünün ne olduğu. Ama şunu görmek müthiş hissettirdi; derslerde konuştuğumuz, kitaplarda işlediğimiz birçok konu ana akım medyada, protestocuların ağzında, siyasetçilerin dilinde tekrarlandı. Tüm bu teorilerin, hipotezlerin herkes tarafından kabul gördüğünü gösterdi. Bu çok önemli bir şey. Baktığımızda halkın neredeyse yüzde yetmiş beşinin protestoları onayladığını görüyoruz. Bütün yağma olaylarına ve şiddet görüntülerine karşın halk onaylıyor eylemleri. Söyledikleri şey ise şu; protestocuların şiddete meyilli oldukları ve bazılarının şiddete karıştıkları doğru ama asıl sorun devlet şiddetidir. İnsanların bu şekilde öldürülmesi ve buna bağlı olarak kurumsal ırkçılıktan kaynaklanan şeyler, örneğin korona virüsten en çok siyahların ölmesi burada birbirine bağlı görülüyor ve bu büyük bir sorun. En çok siyahların hapsedilmesi, siyahların daha kötü mahallelerde, daha kötü evlerde yaşamaları, daha kötü okullarda eğitim almaları, tüm bunlar da devleti biçimlendiren kurumsal şiddetin bir parçası olarak görülüyor. Ve açıkça görünmeyen, polis şiddetinden daha tehlikeli bir şiddet, yavaş yavaş kitlesel şekilde öldürülen ve toplumu içten içe çürüten bir şiddet. İşin bu yönüne dikkat çekilmesi daha önce olmamış bir şeydi. Genelde bu tür öldürme olaylarının üstü “çürük elma” teorisiyle kapatılır, yetmezse söz konusu polis memuru görevden alınır konunun üstü öyle örtülürdü. Ama şu anda radikal reformlar köklü değişimler için çalışmalar yapılıyor.

“… polisi militerleştiren aynı zamanda da halkın bir kesimine düşman gözüyle bakmasına sebep olan tam da buydu: Federal hükümetten gelen fonla polisin askeri eğitimden geçirilmesi ve askeri ekipmanla donatılması”

Mehmet Onur Yılmaz:

Bugüne kadar ABD’de farklı zamanlarda siyahilere yönelik ve ölümle sonuçlanan polis şiddetini çok duyduk, gördük. Protesto gösterileri de oldu. Perspektif.online’da yayımlanan yazınızda benzer hatta bire bir polis şiddeti olaylarından örnekler de veriyorsunuz. Bu sefer farklı olan neydi? Bu sefer bunu farklı kılan ve somut kazanımların ortaya çıkacağı görünen bu yola sokan neydi?

Erdem İlter:

İki yönü var. Birincisi bu bir birikimin ve onun patlamasının sonucu. Başta dediğim gibi insanlar “yine mi” sorusunu sordular. Hatta bazı protestocular vardı, belki taşıdıkları pankartları görmüşsünüzdür. Yetmiş yaşındayım, seksen yaşındayım hala bunu mu protesto ediyorum, diyen yaşlı insanlar vardı. Genel anlamda nedenini anlamak için ise bir on yıl gerisine gitmek lazım. Yakın döneme baktığınızda peş peşe benzer birkaç olay oldu. Son iki üç ayda Koronavirüs pandemisi döneminde olanları da üstüne koyunca gerilim zaten yüksekti. Korona virüsün en keskin şekilde siyahları ve Latinleri etkilediği gerçeği, çoğu orta sınıfa mensup beyazlar evlerine çekilmişken işçi sınıfının bel kemiğini oluşturan bu kesimlerin çalışmaya devam etmek zorunda kalıp virüsle korunmasız olarak yüz yüze bırakılmasının getirdiği bir kızgınlık da vardı. Onun dışında her taraftan videolar geliyordu. Görmüşsünüzdür, Central Park’ta beyaz bir kadının durduk yere, sırf kendisini köpeğini tasmasız gezdirmemesi için uyardı diye polisi çağırıp siyah bir adamı tutuklatmaya çalışması büyük öfke yarattı. O beyaz kadın sistemin kendi arkasında olduğunu, polis oraya geldiğinde, beyaz bir kadınsiyah bir erkek durumuyla karşılaştığında sorgusuz sualsiz kimi doğrudan suçlu bulacağını, kimi direkt yere yatırıp kelepçeleyeceğini biliyordu. Bu videonun yarattığı öfke cabası oldu. Bunun dışında Şubat ayında ırkçı bir eski polis, koşuya çıkan siyahi genç Ahmaud Arbery’yi oğluyla birlikte takip edip silahla vurup öldürdü. Video ortaya çıkana kadar olayın üstü örtülmeye çalışıldı. Bunun yarattığı bir kızgınlık da vardı. Bu gibi pek çok olay var. Daha uzun vadede son elli yıla baktığımızda ise sistematik bir şekilde siyah toplumu kriminalleştiren, suç olgusunu neredeyse siyah olmakla eşleştiren bir tutum söz konusu. Bu tutumun en baskın görüldüğü kurum da polisti. Tüm bunların yanı sıra devasa boyuta ulaşan ve gittikçe de büyüyen emniyet adli sistemi var. Bir yandan polisin orduyu andıran modern ekipmanını diğer yandan siyahların yoğun olduğu bölgelerdeki okulların döküldüğünü görmek de Amerikalıları rahatsız ediyordu. Silaha, şiddet ekipmanlarına, polise, kolluk kuvvetlerine, polis binalarına, yüzbinlerce insanı içeride tutan yüksek teknoloji cezaevlerine trilyon dolarlar harcanırken insanların temel ihtiyaçlarının göz ardı edildiğini görüyoruz Amerika’da. Tüm bunların başlangıcı da altmışlarda yaşanan güvenlikçi dönüşümdü. Şimdiki süreç biraz bunu tersine döndürmeye yönelik. O muazzam kaynakların güvenlikçi yaklaşanların elinden alınıp toplumun ihtiyaçlarına harcanmasına yönelik adımlar var.

Mehmet Onur Yılmaz:

ABD bizim bildiğimiz bir anlamda sosyal devlete uzak olan bir devlet. Bu söylediğiniz taleplerde bir tarafta işin sosyal tarafının güçlendiğine dair bize bir şey söylüyor mu yoksa sadece kolluk kuvvetlerine tanınan yetki ya da bütçeyle mi sınırlı kalıyor? Korona virüs pandemisi sürecinde olan bitenin ortaya çıkardığı öfkeden bahsettiniz. Bu bağlamda örneğin, bir önceki dönemde Obama’nın getirdiği sonra Trump tarafından kaldırılan sağlık sigortası sisteminin geri gelmesi gündeme geliyor mu, yoksa sadece kolluk kuvvetleri ve onun etrafında dönen bir tartışma mı?

Erdem İlter:

Şimdi birincisi, acil olan polis şiddeti yönü var. Ama bu protestoların dile getirdiği başka bir talep daha söz konusu: sosyal ve ekonomik eşitsizliklerin giderilmesi. Bunun da düğümlendiği yer toplumdaki gelir dağılımı sorunu. Dile gelen sorunların hepsi birbiriyle bir şekilde ilişkili. Hem Covid-19 pandemisinin etkisi, hem de demokratların son yıllardaki siyasi gündeminin sonucu olarak Demokrat Parti ciddi şekilde sola kaydı. 4-5 yıl önce, on yıl önce radikal görülen “bizi komünist mi yapıyorsunuz” diye karşılanan talepler, şu anda ana akım olmuş durumda. Sağlık bir insan hakkıdır, söylemi hızla yayılıyor.

Mehmet Onur Yılmaz:

Bu kıta Avrupası için çok sürpriz olmayacak bir önerme olur ama Amerika’da bunu söylemek cesaret işi, öyle değil mi?

Erdem İlter:

Radikal bir talep. Bu değişimi biz kendi derslerimizde bile görüyoruz. 5 yıl önce başladım doktoraya, ilk zamanlarda Amerika işçi sınıfı tarihi dersinde sosyal devlet, sosyal adalet gibi kavramları duyduğunda gözünü kaydıran öğrenciler oluyordu. Geçen dönem yine aynı dersi verdim birkaç yıl aradan sonra, bu sefer kayan gözlerden ziyade açılan gözleri görmek şaşırtıcıydı. Daha ilgiyle dinliyorlar. Bu hem Bernie Sanders’ın getirdiği bir dalganın hem de son 30-40 yılda neo-liberal küreselleşmenin nelere yol açtığının daha iyi görülmesinin bir sonucu. Önceleri çok radikal görülen ücretsiz sağlık vs. gibi talepler ana akım olmuş durumda. Hatta cumhuriyetçiler bile çoğu yerde sağlık sisteminden şikâyet ediyorlar.

Mehmet Onur Yılmaz:

Bundan iki ay kadar önce Hacettepe Üniversitesinden Prof. Dr. Hüseyin Özel ile yaptığımız söyleşide bizi sosyal ayaklanmaların da buna karşı devlet şiddetinin de artacağı bir dönemin beklediği tespitinde bulunmuştu. Devletlerin neo-liberal politikaları sürdürmek için toplumların ise buna isyan etmekte aynı aracı, şiddeti kullanacaklarını göreceğiz demişti. Aradan 1-1,5 ay geçti ve Amerika’da olanları gördük. Bu konuda sizin değerlendirmeniz nedir?

Erdem İlter:

Kesinlikle katılıyorum, Hüseyin hocaya fakat Covid-19 süreci başladığında benim öngörüm şuydu. Zaten otoriter olan ve ekonomik olarak geride olan ülkeler için yeni ve daha otoriter bir sürece girebiliriz. Devlet baskısının daha da arttığı bir sürece girebiliriz. Refah devletlerinin ise tam tersine tıpkı 1930’larda olduğu gibi refah devleti kavramına daha çok yöneldiğini görebiliriz diye düşünüyorum. Hatta şu anda onun gerçekleşmeye başladığını da görüyorum.1929 Büyük Buhranından sonra da Avrupa’da birçok yerde otoriter, faşist yönetimler yükselirken Amerika ise tam tersine liberal bir refah devletine kavuştu. Demokratik haklarda ciddi gelişmelerin olduğu, aynı zamanda sendikal hakların da verilmeye başlandığı döneme girilmişti.

Mehmet Onur Yılmaz:

“I can’t breathe!” sloganının marka olarak tescil edileceği ile ilgili haberler düştü geçtiğimiz günlerde. Var mı gerçekten böyle talepler? Kötü bir şaka mı, yoksa?

Erdem İlter:

Olabilir, yapabilirler. “Black Lives Matter” kampanyasını 3 kadın başlattı ve şu an neredeyse milyon dolarlık bir organizasyon oldu bile. 40 yıllık neo-liberal düzenin etkisiyle Amerikan kapitalist toplumunda mümkün olan her şeyi paraya dönüştürme fikri çok yaygın. Ama o güvenilen kapitalist düzenin ne kadar ürkütücü olduğunu ortaya koyan, müthiş bir ahlaki sorgulamadan geçtiğimiz bir dönemdeyiz. Son kırk yılda neoliberal kapitalizm toplumları ciddi şekilde köşeye sıkıştırdı. İnsanları yoksulluk içinde, açlık sınırı altında yaşamaya zorladı. Diğer yanda ise olağanüstü paraların çok kolay kazanılabildiği, harcanabildiği görüldü. Yeni medya düzeninde herkesin her şeyi paylaşılıyor. “Hayat evde yaşanır” dendiğinde örneğin “Hayat evde yaşanır, ama hangi evde?” sorusu yükseliyor. Dolayısıyla, 5-10 yıl önce olsa çok şaşırmazdım. Ama şu aralar biraz kötü bir fikir gibi geliyor bana.

Mehmet Onur Yılmaz:

Çok teşekkür ederiz. Bu meselenin kıssadan hissesini de konuşmak isteriz ama biraz daha vakte ihtiyacımız var bunun için. Adı renk ayırımcılığı olmasa da çeşitli ayırımcılıklar çok yoğun ve derin yaşanıyor bu topraklarda.

Erdem İlter:

Haklısınız, insanların Amerika’daki ayaklanmayı televizyondan izlerken bir yandan da kendine dönüp bizde ne oluyor diye sorması önemli.

 

 

Erdem İlter'le söyleşinin Solfasol.tv'deki videosunu izlemek için: https://solfasol.tv/erdem-ilter-ile-george-floydun-oldurulmesinin-30-g/

Yazar Mehmet Onur Yılmaz
  • Paylaş