Babamı kaybettiğimde öğrenmiştim, gidenin yaşını merak etmenin nahoşluğunu. İnsanlar gayri ihtiyari, biraz da konuşacak birşey olsun diye soruyorlar ve “yetmişi” geçmiş olduğunu duyunca, yüzlerinde, bakışlarında istem dışı bir rahatlama oluyordu. Bu bakışlarda, erken kayıplarla bir karşılaştırma vardı. Çok da haklıydılar ama gel de anlat, o rakamın kaybedene bir şey ifade etmediğini ve sevdiğini toprağa koymuş olmanın insanda yarattığı boşluk duygusunu. O günden sonra hiç kimseye, yitirdiğinin “yaşını” sormadım, canı yanmasın diye. Müşfik Kenter, geçen hafta terk etti buraları; kaç yıl kaldığının önemi var mı?
Doğduğumuzda ölmeye yaklaşıyorsak eğer, büyütecek birşey yok demek ki, ne doğmayı seçiyoruz ne de kimi yürekli insanlardan farklı olarak, ölmeyi. Bize tanınmış, aslında bizlerin pek de müdahale edemediği bir zamanımız var burada. Mesele o zamanın nasıl geçtiğinde. Niteliğin belirlenmesinde payımız ne kadardır?, ‘tercih’ denilenin nesi tercihtir? tartışılır. Ancak kimi insan öyle yaşıyor ki kendisine hediye edilen zamanı, onların yaşamı her birimizin, çoğumuzun günü, gecesi, deneyimi, mutluluğu oluveriyor. Varlıkları, bir yandan diğerleri kadar sıradan bu insanların. Ama diğerlerinin yaşamını etkileyecek, iz bırakacak kadar da özel. İnsan saçma olduğunu bile bile, onlar “hep yaşasın” istiyor doğrusu. Ama olmuyor tabii, “hiç.” Yarattıkları boşluk ise, büyük.
Bu satırlar, yaşam ve ölüm hakkında lafazanlık yapmak ya da Kenterler’in tiyatrosu hakkında özet geçmek için değil elbet. Yazanın gücü, ikisine de yetmez. Yazılıyor, çünkü Müşfik Kenter yetişkindi ben çocukken ve ben büyürken, o yaşlanıyordu. Yaşlanırken beni ve diğerlerini eğitiyordu, adam ediyordu; oyunu, sesi, öyküyü, mimiği sevdiriyordu. İlk gençliğimde sahnede gördüm. Oyunlarını izledim. Bir kez daha ve bir kez daha. Bazen aynı oyunu çok kez. İzleyici koltuğunda hayal kurarak. Şiir bilmeyen biri olarak Orhan Veli dizelerine aşık oldum. Sayesinde Veli’yi okudum bol bol ve sonra ses kaydından da dinledim, defalarca. Sahne elbette profesyonel bir etkinlik, izleyicinin yaşadığını yaşamıyor oyuncu her akşam. Su faturasını, salon kirasını ve kimbilir başkaca neleri düşünüyor. Ama kimi oyuncu her ne yapıyorsa orada, izleyeni, öyküye kendisinin de “inandığına” inandırabiliyor. Sayıları pek az bunu yapabilen aktör ve aktrislerin. Bu, onlara sunulmuş bir armağan ve onlar bu armağanı paylaşmak istemişler bir gün; bizlerin talihi de bu işte. İnsan, yaşamı boyunca hiç tanışmadığı, aynı salonda olmak dışında yanından dahi geçmediği bir aktörden neden bu denli etkilenir? Yalnızca oyunculuktan mı? Neden kendi yetişkinliğinde onun payı olduğunu düşünür? Neden bir aktörü uğurlarken düzenlenen törende gencecik insanlar, izleyiciler, öğrencileri, eşi dostu böylesine içten göz yaşı döker? Bilmiyorum, çünkü ne onu tanıyorum ne de ilişkilerini biliyorum. Bildiğim, hissedebildiğim iki şey var, sadık bir izleyicisi olarak: İlki, izlediğim en etkileyici aktör oluşu. Sahnede, “herşeyi yapabilir” hissini vermesi, insanın tüylerini diken diken eden yumuşak, şefkatli bakışı, sesi ve oyunculuğu. İkincisi, tanımadığım aktörün, çok iyi kalpli ve kibirden uzak bir insan olduğunu düşünmem. “Bunu nereden çıkardın? derseniz, açık bir yanıtım yok üstelik. Belki her zaman şefkatli bakıyor oluşundan, belki diğer meslektaşlarından farklı olarak “çok az konuşmasından,” belki her cümlesinde hınzır bir mizah saklı oluşundan, belki tek başına oynamak için seçtiği oyunlardan; Orhan Veli oluşundan, Oğuz Aral oluşundan (ve neredeyse Avanak Avni oluşundan!) belki etkileyici mizah zekâsını sergilerken aynı zamanda insana hüznü de düşündürüyor oluşundan. Garip bir duygu bu; bir insanın her rolünde, içinde bir kederle yer aldığını düşünmek.
Müşfik Kenter, çok zahmetli ve kıymet bilmez ülkemizde; emeğin, özenin, sevmenin, artık pek geçer akçe olmadığı bu topraklarda, her ne izletip dinlettiyse bizlere, hep en iyisi ve özenlisiydi; belli ki, ablasının tabiriyle “hep aşk vardı” yaşamında. Varlığıyla hem dünya tiyatrosunu hem Türkiye’yi onurlandırdı. Tennessee Williams’ı, Anton Çehov’u, Shakespeare’i, Gorki’yi, Gibson’ı, Anday’ı ve daha nicelerini onurlandırdı. Bizleri büyüten, kendilerinden sözü ve insanı öğrendiğimiz aktörler, dil yaratmayı başarmış yönetmenler, yazarlar, tek tek ayrılıyor artık. Sıkıldılar belki de. Soluk aldıkları süre her ne kadarsa, bizleri biçimlendirip zenginleştiriyorlar, adam ediyorlar ve gittiklerinde derin bir iz kalıyor. Vefatından sonra okudum, öğrencilerine “önce, iyi kalpli ve namuslu bir insan olmayı” nasihat edermiş Müşfik Kenter. Boşuna bu denli sevilmedi; tanımadığım, pek az konuşma yapan, her sözcüğüne sinmiş mizah ve hüzünle, hep güzel bakan, çok güzel bakan aktör. Yakınlarına, “arkamdan konuşma yapılmasın.” demiş gitmeden önce. Daha ne desin? Nur içinde yatsın; çocukluğumuzun, gençliğimizin ve yetişkinliğimizin iyi kalpli, yetenekli ve büyük aktörü.
Yorumlar (0)