Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Nedir Ankara’nın Sorunu?

Galiba, Ankara’nın sorunu, işte bu: Yenilikçi ruhunun, bürokratik otorite tarafından, güvenlik güçleri / militarizm tarafından soğurulmuş, emilip, yok edilmiş olması.

Nedir Ankara’nın Sorunu?

Kentler üzerinde düşünürken / konuşurken, genellikle mekansal / fiziki durumdan ya da kültürel atmosferden / kimlik algısından, politik ideolojiden hareket ediyoruz. Ankara üzerine olan düşüncelerimizde de, çoğu kez, kapsayıcı ve bütün zamanlar için doğru bir nitelik varmış gibi davranıyoruz. Elbette genellemeler de gereklidir ve bazı durumlarda toptan bir hüküm bildirmek zorunda kalabiliriz. Ancak böyle durumlar, ayrıntıları örten, zaman içindeki serüvenin zikzaklarını düzleştiren ve her durumun kendi içinde taşıdığı zıtlıkları ve farklılıkları yok eden bir algı yaratıyor. Bu tür toptan yargıların, Ankara için en çok tekrarlananı, aşağı-yukarı şöyle özetlenebilir: “Ankara gri bir şehirdir.” Bu Ankara tanımı, kentin durağanlığını, bürokratlığını ve çürümeyi, güvenlikçi denetimin çelik yüzünü, soğukluğunu, fiziki mekanlarının çekici olmaktan uzaklığını ve tekdüzeliğini, kültürel yaşamındaki çeşitlenmenin azlığını ve renksizliğini vb. gösteren, kısa bir açıklamadır. Ama çarpıcıdır ve yaygın bir biçimde benimsenmiştir. Bu ne kadar doğru ve neden doğru? Bu kent her zaman böyle miydi? Kentin bu korkunç kasaba / taşra karakteri, hiç bir zaman kırılamadı mı ve değiştirilemedi mi? Daha da önemlisi, nasıl ve neye göre yaparız, bir kenti değerlendirmeyi?

Bu sorulara verilebilecek olası yanıtlardan biri, belki de şöyledir: Kentin canlılığı ve renkliliği algısını en çok oluşturan, kentin hem kültürel ve sosyal olarak çeşitliliği, çok katmanlılığı ve taşıdığı birbiriyle çelişkili ve uyumsuz ögelerin çokluğu, hem de, kentin sürekli olarak öğrenen ve kendini yenileyen, yenilik yapan, yaratıcılığın ve buluşçuluğun parlak örneklerini tasarımda, bilimde, sanatlarda ve politik karşı çıkışlarda/ isyanlarda gösteren parlak yüzüdür. Evet, bir kentin kamusal alanları ne kadar bu ögelerle doluysa, yenilikler alışılmadık biçimlerde, sürekli ve gür bir biçimde, müzik olarak / mimari olarak / isyan olarak vb akmaktaysa bir kentte, o kent, yaşamın kalbinin attığı ve her zaman genç ve heyecanlı bir yerdir. Ankara için bunları ne kadar söyleyebiliriz? Yukarıda söylenenler, Paris için New York için, İstanbul için geçerli olduğu kadar, Ankara için de geçerli midir? Daha kısa ve yalın bir soru: Ankara, öğrenen ve yenilik yapan bir kent midir? Ankara’nın 1980 sonrasında en çok unuttuğu kavramlar, bunlar oldu ne yazık ki. Üstelik son 20 yılda da, bu eksiklikleri bile algılayabilmekten aciz biçimde, kent, sürekli sığlık, bönlük, küçük hesap çıkarcılığı ve tekdüzeleştirilmiş bir otoriteryenlik ve indirgenmiş-beğenisiz bir popülist politika kolaycılığıyla yönetildi.

Böyle bir kentte bir kıpırdanma, bir kıvılcımlanma, bir yenilik olabilir mi? Özgür ruhlu, çıkarcı olmayan ve yenilikçi bir insan, böyle bir kentte yaşayabilir mi? Yaşasa da, kent yaşamının / kamusal alanlarının, yeniliklerle, göz alıcı arayışlar ve isyanlarla dolmasını sağlayabilir mi? Ankara, son yüzyıl içinde, yenilikçi bir kent olabilmek için, iki defa güçlü bir silkelenme gösterdi. Bunlardan birincisi, Cumhuriyet’in ilk on yıllarındaki yenilenme / yeni oluş heyecanıydı, ikincisi de 1960-1980 arasındaki buluşçu / yenilikçi ve isyancı yıllardı. Bu dönemlerin sadece adlarını koyabiliriz burada, ama gerçekten inceleyemeyiz. Ancak her iki dönem için de, belki birkaç ipucu bırakabiliriz. Cumhuriyetin ilk dönemleri, Ankara için gerçekten inanç ve heyecan dolu, sürekli kıpırdayan, devinim dolu günlerdi. Ancak bunların hepsi devlet tarafından tasarlanan ve verilen ve gerçekleştirilen programlardı. Yaşamı da, sanatı da ören ve sunan devletti. Cumhuriyetin ilk operası, Ankara’daki devlet operasıydı. Ankaralılar, bu yeniliklerin pasif bir alıcısıydı, ama iyi bir alıcıydı ve yenilenmeden / modernleşmeden hoşlanıyordu.

Ancak ikincisi, Ankaralıların kendisinden gelen ve aşağıdan yukarı bir yenilenmeydi. Gerçi bunun da ancak bir kesim Ankaralı için, Ankara’nın sadece bazı sını&arı için doğru olduğu söylenebilir. Böyle de olsa, kent yeninin bilgisini bulmayı, üretmeyi ve bunları kullanarak yenilenmeyi, bir anlamda “devrimci bir kent” olmayı başarmıştı. Kentin yaratıcı atmosferi öylesine gelişkindi ki, bu defa onun ruhunu yansıtan tiyatro AST olmuştu, hiçbir üniversiteye benzemeyen ODTÜ, kentin eski üniversitesinin ötesine geçerek yeni bilgiler üretmeye başlamış, yeni tartışmalar, yeni politikalar ve uygulamalar / gösteriler ve isyanlar yaratmaya başlamıştı. Bu ruh, hızla bütün kente, kentin birçok örgütüne- kurumuna, bireyine yayıldı. Bu, kentin gerçekten buluşçu / “inovatif” olduğu bir çağdı. Gerçi çok politik bir dönemdi bu. Çok gerilimli, ama bir o kadar da heyecanlıydı. Yeni ruhunu kendisi oluşturmuştu ve Türkiye’nin her tarafından, İstanbul’dan İzmir’den ve bütün kentlerden en parlak beyinler, genç bilim insanları ve öğrenciler Ankara’ya gelmeye başlamıştı. Ankara, yenilikçiliğinin doruğundaydı. Bunu tasarımcılar, mimarlar, yenilikçi akademisyenler, yenilikçi siyasetçiler, sanatçılar, öğrenciler, kentin emekçileri, gecekondulular, hatta yenilikçi bürokratlar, hep birlikte oluşturuyorlardı. Çünkü kentin ruhu gençleşmiş, olağanın dışında bir şeyler yapabileceğini görmüş ve kanıtlamış, o zamana kadar Türkiye’de geçerli olan bilginin dış sınırlarında gezen ve ufkunu sürekli genişletebilen bir kent olduğunu, bütün ülkeye ve dünyaya gösterebilmişti.

Galiba, Ankara’nın sorunu, işte bu: Yenilikçi ruhunun, bürokratik otorite tarafından, güvenlik güçleri / militarizm tarafından soğurulmuş, emilip, yok edilmiş olması. Tıpkı korku filmindekiler gibi. Artık ruhunu kaybetmiş ve yenilik yapamaz hale getirilmiş bir kent olduğu için artık Ankara, “alış-veriş festivali” gibi festivallerle, zeka ve idrak yoksunu, hımbıl politikacılarla ve yöneticilerle yetinmek zorunda kalıyor. Kentin yeniden ayaklarının üzerine kalkabilmesi, yeniden “inovatif” bir kent olabilmesine bağlı. Ancak bu buluşçuluğun, teknik bir buluşçuluktan ibaret kalmaması gerekiyor. Buluşçuluk aynı zamanda, sanatlarda, toplumsal yaşamda, politikada, kültürel süreçlerde ve ruhunda olmalı kentin…

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış