Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

O Kampanyaya Katılan Çocuk Olmanın Mutluluğu

O Kampanyaya Katılan Çocuk Olmanın Mutluluğu

Yerel seçimler, kentler için bir kazanıma dönüştürülebilirdi. Kentlere dair çözümler, projeler, hatta hayaller konuşulabilirdi. Olmadı, bu seçimlerde de olmadı.

Yine Türkiye siyaseti üzerine sloganlar duyduk, konuşmalar dinledik. Yerel yönetimler adına neler söylendi, şöyle bir anımsayalım. Hangi aday daha çok yardımda bulundu? Et mi dağıttı, but mu? Emeklilere kim daha çok para verecek? Hep bu çerçevede dolaşıp durdu kampanya konuşmaları, sloganları… Yani ağırlıklı olarak sosyal yardım belediyeciliği üzerinden yürüdü kampanyalar.

Zaten partilerin yerel yönetim anlayışında kırmızı hatlarla çizilmiş farklılıklar yok artık. Neredeyse bütün partiler sosyal yardım belediyeciliğine yöneldi, oradan oy devşiriyor. Bu arada kentlerde betonlaşma almış yürümüş, deprem riskine karşı yapı stoku güçlendirilmemiş, trafik keşmekeşi en küçük kentleri bile sarmış, havası suyu kirlenmiş, onlara çözüm yok. Bilimum kentlerde hep aynı model parklar, aynı tip alt geçitler ve köprülü kavşaklarla kentlerin kendilerine özgü kimliği kalmamış. Kimsenin umurunda değil…

Merak ediyorum, insanların yaşadıkları kentlere aidiyet hissetmiyorlar mı? Kentlerinin temel sorunlarına yönelik çözümler üretilmesini, kimliğinin korunmasını, daha keyifli yaşanabilecek hale gelmesini önemsemiyorlar mı?

Bu sorulara insan yaşadığı kenti önemsemez mi yanıtı vermek istiyorum. Ama maalesef önemsediklerine dair çok zayıf sinyaller geliyor. Maden sahasına dönüştürülmek istenen ormanları, gaspedilmeye kalkılan zentinlikleri, tarlaları ya da kentlerdeki avuç içi kadar kalmış birkaç yeşil alanı savunan yerel refleksler ortaya çıktı.

Manisa’da termal santral kurulmasına, Trabzonspor’unda dahil olduğu Uzungöl’de kurulmak istenen HES projelerine, Bolu’da Gölcük Tabiat Parkı’nın yapılaşmaya açılmasına, Akbelen ormanında maden sahası yapılmasına, Artvin Cerattepe’de altın aranmasına karşı protesto hareketleri gelişti. Başka onlarca çevreci eylem sıralanabilir.

Ancak kırsalda onca eylem gelişirken kentlerde çevreci refleks çok zayıf kaldı. Kentlerdeki eylemler içinde en etkilisi, en büyüğü kuşkusuz Gezi parkı savunmasıydı. Ondan sonraki yıllarda kentlerdeki aktivist hareketlere ilişkin daha küçük hareketlerden söz edilebilir. İstanbul’da Validebağ koruluğuna Millet Bahçesi yapılsına karşı mahallelinin oluşturduğu hareket, İzmir’de ise Brezilya donanmasına ait “Sao Paulo” uçak gemisinin Aliağa’da sökülmek istenmesine karşı kampanya gibi…

Maalesef kentlilerin yaşadıkları çevrenin, ayak bastıkları ve içinde barındıkları mekanlar ile alanların savunulması, daha iyiye dönüştürülmesi için çaba harcadığı örnek mücadeleleri ülkenin bütün kentlerinde göremiyoruz.

Neden böyle? Baskılar ve polis devleti uygulamaları nerdeniyle olsa kırsal kesimde de ekolojist ve çevreci hareketler olmazdı. Oralarda olduğuna göre başat neden ülkemizin “korku toplumu”na dönüştürülmüş olması değil.

Ben asıl sorunun kentlilik bilincinde olduğunu düşünüyorum. Kentlilik bilinci geriledi, zayıfladı. İnsanlar kentlerine aidiyet hissetmiyor, çevreleriyle duygusal bağ kurmuyor; ilgilenmiyor. Sanırım yaşanabilir, özgün kimliği olan kentler yaratmak için öncelikle insanların kentle bağını onarmak, yeniden canlandırmak gerek.

Elbette yetişkinlere yönelik çeşitli etkinlikler düşünülebilir; gazete televizyon ve hatta sosyal medya gibi iletişim mecraları üzerinden projeler geliştirilebilir. Ama bence çocukları hedef alan projelere yoğunlaşmak geleceği kurtarmak adına daha etkili, daha anlamlı olabilir.

Ankara’nın geçmişinden bir örnek vereyim. 1979, Dünya Çocuk Yılı’ydı. Belediye Başkanı Ali Dinçer, “Okunmuş Gazete Toplama Kampanyası” düzenledi. Çocuklar, okunmuş gazeteleri toplayıp belediyeye getirecek, gazeteler SEKA fabrikasına gönderilerek basılacak çocuk kitapları için hammadde haline getirilecekti. Bu kampanya Ankara’nın çocuklarını öyle harekete geçirdi ki, gerçekten de amaçlandığı kadar eski gazete toplandı ve “1 Milyon Çocuk kitabı” basıldı; her çocuğa üçer kitap dağıtıldı. Bunların ikisi, farklı öykü, masal, şiir seçkileriydi; biri de “Bu kitabın masalı” adını taşıyan “kentin küçük vatandaşları”nın topladığı eski gazetelerin kitaplara dönüşme serüveninin masal dilinde anlatıldığı bir kitaptı.

O yıl Ankara Belediyesi, çocukları sadece eski gazete toplama kampanyası ile “kentin küçük vatandaşları” olarak motive etmemişti. Kentin birçok semtinde çocukların boş duvarları, inşaatları çeviren tahta korkulukları rengarenk boyaması için etkinlikler düzenlenmişti. Hem çocuklar kenti renklendirmiş, meydanları cıvıl cıvıl yapmış, hem de kentle duygusal bağ kurmuşlardı. Eminim o çocukların çoğunun belleğinde derin izler bıraktı o etkinlikler.

Günümüzde de başarısı kanıtlanmış bu yoldan ilerlemek yararlı olabilir. Çocukları odağına alan, onların kentle bağ kurmalarına katkıda bulunacak etkinlikler, kampanyalar düzenlenebilir.

Kuşkusuz eski gazete toplamak artık çok anlamlı değil, kitap dağıtmak da. Ama çocukları kavrayacak, katılımlarını sağlayacak etkinlikler için eğitimciler ve uzmanlarla görüşülebilir. Etkinlikler üzerinden çevre ve kentlilik bilincinin aktarılması daha yararlı, daha kalıcı olabilir. Çarpıcı bir slogan, bir başlık etrafında oluşturulacak bir kampanya…

Örneğin şimdi de çocuklar plastik atık toplamaya yönlendirilebilir. Çocukların yedikleri içtikleri ürünlerin paketlerini geri dönüşüme götürmeleri, çevre ve kentlilik bilinci açısından etkili olabilir. Plastik atık toplayan ya da getiren çocuklara da bu kez kitap değil de okul çatası, oyuncak ya da onların ilgisini çekecek başka hediyeler verilebilir.

Elbette yerel yönetimlerle işbirliği yapmak gerek kampanyalar için. Keşke AVM’lerde etkinlikler için alan açılabilse ya da okullara gidilip öğrencilerle doğrudan temaslar kurulabilse. Hatta belki de eskiden “Vatandaşlık Bilgisi” olan ve şimdilerde “Yurttaşlık Bilgisi”ne dönüşen derslerde iklim değişikliği, çevre ve kentlilik bilinci bölümleri konulması için de çaba harcanabilir.

Biliyorum, bu iktidar döneminde çok zor olabilir ama bunu mücadelesine şimdiden başlamakta yarar var. Zira iklim sorunları giderek arttığı için eninde sonunda okullarda çocukları bu konuda bilgilendirmek kaçınılmaz hale gelecek. Ne kadar önce başlatabilirse ekolojik zenginlikleri ve kentlerin kimliğini korumak için o kadar büyük kazanım olur.

Tabii artık bu kampanyalar için kullanılacak mecralar, gazete gibi basılı yayınlar değil, digital mecralar olmalı. Bu mecralarda yayımlanacak kısa podcastlar, kısa videolar çocukların yanı sıra büyüklerin de ilgisini çekebilir.

Mevlana’nın dediği gibi, “Dünle beraber gitti cancağızım / Ne kadar söz varsa düne ait / Şimdi yeni şeyler söylemek lazım…”

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış