DEREDEN TEPEDEN...
Yasal Katiller: “Bir İpte Sallanan Bir Ölü”
“Bir ipte sallanan bir ölü” diyor Nâzım ölüme. Böyle bir ölüme de gönlü razı değildir. Müesses nizam, daha doğrusu Bursa Ağır Ceza Mahkemesi[1] sizi yasaiçi-katletmek istiyor; Müddeiumûmî (savcı) Vekili Fahri Bey; “Weber’i haklı çıkaracağım[2], yasal katletme hakkı bendedir, bende!” diye kıçını yırtıyorsa, ne düşünür, nasıl bir hâletiruhiyeye bürünür, demir parmaklıklar ardına tıkılan bırakılan bir insan?
Unutmadan yazayım, Nâzım’ın iddianâmesinin yazıldığı zamanlar, Bursa’da çarşı pazarın karıştığı zamanlardır. En iyisi baştan anlatayım. 30 Ocak 1932 tarihinde -Ramazan’a denk gelmektedir- ikindi vaktinde ezanın Türkçe okunmasına karar verilir. İstanbul Fatih Camii kalabalık; Hafız Rıfat Bey de ezanı önce Arapça, akabinde Türkçe okur. Henüz bu konuda yasal bir düzenleme de yoktur. Kervan yolda düzülür, İstim arkadan gelir derler ya, hukukî düzenleme de peşi sıra yetişir. Temmuz ayının ortasında doğru Hafız Burhan, Sadettin Kaynak, Hafız Nuri gibi sanatkârlar oturur, besteye yakışır bir Türkçe güfteye karar kılarlar. Üç gün sonra 18’inde Diyanet İşleri Riyâseti, 636 sayılı bir genelge yayınlar. Artık ezan, üç gün evveli karar kılınan Türkçe metin üzre okunacaktır. Belirlenen Türkçe ezan metni 26 Eylül 1932 tarihinde yurdun her yerindeki Evkaf Müdürlüklerine gönderilir. Ezanın yanı sıra salâ ve tekbirin de Arapça okunması resmen yasaklanır. Diyanet İşleri Reisi Rıfat Börekçi, 4 Şubat 1933 tarihinde müftülüklere bir tamim göndererek “Türkçe Ezan ve Kamet suretlerinin memleketin her tarafında bir ahenk, bir siyak dairesinde tatbikinin zarûrî olduğu”nu, Türkçe ezana riayet etmeyenlerin şiddetle cezalandırılacağını belirtir. Böylece 7 Şubat 1933 tarihinden itibaren İstanbul'da -Evkaf Müdüriyetinin tebliği ile- bütün camilerde ezan ve kamet Türkçe okunmaya başlanır (Cumhuriyet, 08.03.1933). Yasal düzenleme ise nerdeyse 10 yıl sonra 18 Temmuz 1941’de 4055 Sayılı Türk Ceza Kanunu’nun Bazı Maddelerini Değiştiren Kanun’la gelecektir.
Nâzım ve Piraye
1 Şubat 1933 tarihinde Ulu Camide kılınan cuma namazında Türkçe ezan okumak istemeyen ve bu nedenle göreve gelmeyen müezzinin yerine, cemaatten Topal Halil ezanı Arapça okur; Kazanlı Tatar İbrahim de Arapça kamet getirilir. Cemaat içindeki sivil polisin -Hamdi Efendi- bu duruma müdahalesi ile ortam iyiden iyiye gerilir. Vak’a-i âdîyedendir, günün sonunda -devlet şiddetinin yıllardır değişmeyen resmî ifadesiyle- “Emniyet mensupları Arapça ezan taraftarlarına sert müdahalede” bulunuverirler (!) Akabinde olaylar yatışır. Olaylar yatışır yatışmasına da 3 Şubat’ta Belediye Reisi Muhittin Efendi’nin çektiği telgrafla olaydan haberdar olan Paşa yatışır mı; elhak yatışmaz.
Atatürk, 4 Şubat'ta onuruna verilen baloya bile katılmadan[3] İzmir'den Afyon'a geçer. Afyon’dan İsmet Paşa beraber Bilecik istikâmetine hareket ederler. 5 Şubat sabahı erken saatlerde Bilecik üzerinden otomobille Bursa'ya vâsıl olurlar. 6 Şubat’ta olayları bir de Muhittin Bey’den dinleyen Paşa’nın asfalyaları harbiden ama harbiden atar. Aynı gün akşam verilen yemekte de meşhur Bursa Nutku’nu îrâd eder. Tahkîkatın ardından Sulh Hâkimi Hasan Bey ve Müddeiumûmî Sakıp Bey görevden uzaklaştırılırlar. Bursa Müftüsü Nurettin Efendi'ye de işten el çektirilir. Ulucami Hatibi Hafız Tevfik Efendi de İstanbul'da tutuklanarak Bursa'ya gönderilir.[4]
Bizim, Müddeiumûmî Vekili Fahri Bey bu olaydan sonra vekâleten göreve tayin olur. Nâzım’ın iddianâmesi yazıldığında (27 Ağustos) da bu görevdedir ve -aslına bakarsanız- işi de bir hayli başından aşkındır: O vakit, Bursa soyguncularının tahkîkatıyla didişmektedir: 2 Haziran 1933’te Bursa-Orhaneli yolunda bir yol kesme, soygun ve cinayet hadisesi yaşanmış, soygun çetesi kırk kadar kişiyi soymuş, bir jandarma ile bir sivili öldürmüş, bir jandarmayı da yaralayarak kayıplara karışmıştır; soygunculardan üçü de henüz yakalanamamışlardır.[5]
Cumhuriyet, 08 Şubat 1933
Nâzım’a dönelim; Usta, karısını, Piraye Hanım’ı[6] düşünür o anda. “Karısı” dediysem, henüz resmen evli değildirler -1935’te eveleneceklerdir- ama zaten evlilik dediğiniz de nedir ki kuralları dışarıdan dayatılan bu müesses nizamda? Nâzım sevgilisi, hayat arkadaşı, nişanlısı Piraye’ye “Seninle beraber daha çok yerlere bakacağız nişanlım, yıldızlara, dost yüzlerine, Memedimizin gözlerine, güzel günlere, beraber yan yana bakacağız… Önümüzde dinç, kuvvetli, dolgun ve manalı bir hayat var daha. Gönlün kocalmasın nişanlım. Bak ben topal bacaklı, ihtiyar bir çınar ağacına benzeyen gövdemin içinde, her dem taze, her dem kuvvetli ve her dem senin ateşinle dolu, aşınmamış, pırıl pırıl bir yürek taşıyorum. Seni düşünürken ben gençleşiyorum. Bacağımın sızısı duruyor. Sen de beni düşünürken genç ol, kuvvetli ol!”[7] diye yazar 5 Temmuz’da (1933).
Huyumdur lafı dağıtmak; daldan dala zıplamak; toparlayayım müsaadenizle. Yasal-katiller ölümünü, öldürülmesini, bir şalgam gibi kellesinin koparılmasını isteyince “Nâzım, Piraye Hanım’ı düşünür” diyordum. Piraye Hanım bir mektubunda “Seni asarlarsa, seni kaybedersem, yaşayamam!” yazınca mavi gözlü devin gözleri bulutlanır mı bilmem -bence şiir yazmayı bilen insan elbette ağlamasını da biliyordur; bilmelidir- ben öyle tahayyül etmek istiyorum; var mı ötesi!
Mavi gözlü devin bulutlarından, yanaklarına rahmet yağarken Piraye Hanım’a yazar cevabını: “Yaşarsın, karıcığım, kara bir duman gibi dağılır hatıram rüzgârda; yaşarsın, kalbimin kızıl saçlı bacısı.” Ve, ve ekler Nâzım “Fakat emin ol ki, sevgili, zavallı bir çingenenin kıllı, siyah bir örümceğe benzeyen eli geçirecekse eğer ipi boğazıma, mavi gözlerimde korkuyu görmek için boşuna bakacaklar Nâzım'a.” Henri Lefebvre’in kulaklarını çınlatarak soruyorum: Sözlüklerde praxis kelimesinin yanına Nâzım’ın şiirinin bu kadarcığını yazsak kâfî gelmez mi? Bilmem! “Söz, yetki, karar, yüce siyaset teorisi hocalarınındır!”
Varoluşsal Kriz: “İntihar etmeyeceksek?”
İntihar etmeyeceksek, içelim bari!” der, az önce devetabanının dibine bıraktığı içki bardağından boşalan eli titreyerek Tezel Hanım. Haksız da değildir. Benim de “Doğru dürüst içki de vermeyeceklerse” bir işim olmaz… yaşama fukaralarının töreninde”[8] Düğün davetiyesinde 26 Kasım 1972 saat 19.00 yazar. Söylemeye gerek var mı bilmem ama düğün merasimi elbette Anadolu Kulübü’nde tertip edilmektedir; koskoca Tümgeneral Hayrettin Özkan oğlu Ercan’ı Kartal’da, Sultanbeyli Köyü’ndeki düğün salonunda everecek değil ya!
Nâzım, Cumhuriyet’in onuncu yılı vesilesiyle çıkan af ile kurtarır kendini yasal-katillerin boynuna dolayacağı yağlı urgandan. Oğuz Atay’ın Tutunamayanlar’ından Ressam Tezel Hanım’sa, eski mebuslardan kardeşi İlhan Dereli’nin kızı Ayşen’in düğününde içmek ve ölmek arasında psikopatik bir tercihin arasında gidip gelmektedir, elleri titreyerek: Tam anlamıyla, Oya Baydar’ın Bit Pazarına Düşmüş Bir Hayat dediği türden Dar Zamanlardır Tezel Hanım için. Allah var, Tezel Hanım’ı anlamakta zorlanmıyorum; siz hiç sosyal yaşamda toplumsal kurumların üzerinize üzerinize geldiğini hissetmez misiniz? Ne bileyim bir -Ayşen’in halası Tezel’inki gibi- zoraki gittiğiniz bir düğün olur; bazen bir hısım akraba ziyareti, bazen de katılmak zorunda olduğunuz o sıkıcı-formal toplantılardan biri. Klostrofobik bir nefes darlığıyla kendinizi dışarı atmayı hiç istemediniz mi oralardan? Doğrusu ya, hele şu, kimi zaman erke dönergeci kimi zaman da havanda su dövme teknikleri üzerine fikir alışverişi yaptığımız o formal toplantılar yok mu; bana uzak Mevla’ya yakın!
Emile Durkheim, intiharı, salt psikopatik değil, toplumsal bir eylem olarak değerlendirir. Bir dakika, bir dakika; aklıma gelmişken yazayım, zira dedikodu turpunun büyüğü de heybede: Durkheim’in kendisi de nevrasteniden mustariptir. Psikolog Dr. Erdal Usuer, nevrasteniyi “Çabuk yorulma, bedensel ve ruhsal güçsüzlük duygusu, baş ağrısı, kol ve bacaklarda ağrılar, ter boşanması, uyku bozuklukları ile kendini gösteren bir asabî bir hastalık. Kişinin bedenini ve beynini aşırı çalıştırması nedeni ile oluşan nevrasteni, bir sinir zayıflığı” olarak[9] tanımlıyor. Turpun irisi heybede dedim ya, meğer Durkheim’in derdi, kendisinin de mustarip olduğu bu nevrozun “…zorunlu olarak insanı intihara yatkın kılmadığını ve ille intihar sonucu vermediğini göstermek”miş. Vallahi, ben, Durkheim’in İntihar kitabına uzun uzun önsöz yazan CNRS araştırma müdürü ve EHESS inceleme müdürü Serge Paugam’ın yalancısıyım.[10] Nevrasteni, şu, bu; hakkını yemeyelim, Émile Durkheim 19. yüzyıl sonu ve 20. asrın tamamını derinden etkileyen bir düşünür. İntiharlar da onun en önemli (sosyolojik) çalışma konularından biri. Ona göre “…intiharları sadece birbirinden ayrı ve tek tek ele alınması gereken özel olaylar diye görmek yerine, belli bir toplumda belli bir zaman parçası içinde meydana gelmiş intiharların tümüne bakılırsa, şu gözleme varılır ki; bu şekilde elde edilen toplam, bağımsız birimlerin basitçe üst üste konulması, bir araya getirilmesi değildir. Böyle bir şey sui generis, yani türü kendine özgü yeni bir olgudur. Kendine özgü bir doğası vardır ve üstelik bu doğa öncelikle toplumsaldır.”
Durkheim intiharları dört kategoriye ayırır. Bencil intihar: Bu intiharlar, birey, içinde bulunduğu gruptan kopma derecesine gelmiş ve kendini yalnız hissediyorsa görülürler. Birey topluma bağlılığını kaybetmiştir. Özgeci intiharda bireyin topluma aşırı bağlı olması ve onunla aşırı bütünleşmesi söz konusudur. Kişi bu durumda yerine getirmesi gereken toplumsal bir görevle karşı karşıyadır. Toplumun gelenekleri ve adetleri onun üzerindedir. Durkheim’e göre, anomik intihar, toplum düzeninin ve birliğinin bozulduğu, birtakım norm ve değerlerin kaybolduğu tarlalarda mümbittir. Ekonomik krizler, boşanma gibi sebeplerle görülen intiharlar anomik intiharlara sebebiyet verebilmektedir. Son olarak Durkheim kaderci intihar kategorisini tanımlar. Bu tür intiharlar katı kuralların altında ezilen, baskılanan bireylerde görülür. Ona göre bu türde, intihar eden kişiler, grubu tarafından belirlenen kurallarla yönetiliyorlardır; ağır çaresizlikler yaşarlar.
Keşke Durkheim, Tezel Hanım ile tanışsaydı; acaba onun intihar teşebbüsünü hangi kaba koyardı? Bencil intihar? Neden olmasın; baksanıza, Tezel Hanım’a göre herkes yaşama fukarası; doğru düzgün içki verilmiyorsa yeğeninin -abisinin kızı Ayşen’in- düğününe bile gitmekten hoşlanmayacak kadar kopmuş yaşadığı toplumdan. Ama 12 Mart sonrasının Türkiye’sini; Âşık Mahsunî’nin “Erim erim eriyesin” diyerek sazıyla beddua ettiği, Aziz Nesin’in Şalcı Nihat diye kalemiyle sarakaya aldığı “…sosyal bünyede derin rahatsızlık müşahede edildiğinde bunu gidermenin yolu, bir müddet için hürriyet ilahının üzerine bir şal örtmek ve yukarıdan aşağı bir otorite tesis eylemektir." (Ulus, 30 Mayıs 1946) sözüyle ünlenen, politik-kullanışlı-aparat Nihat Erim dönenimin yarattığı toplumsal gerginlikleri, umutsuzlukları, hayal kırıklıklarını düşünürsek Tezel Hanım’ın kuvveden fiile geçmeyen intiharına, intihar düşüncesine, anomik de diyebilir miyiz? Ya, içinde bulunduğu toplumdan nefret etse de kalkıp düğüne geldiğine göre, kaderci intihar? Boşuna “Sevgisizliklerin, yıkılışların, kuşkuların, kaçışların, kendinden hoşnutsuzlukların romanı… toplumsal çözülüşün ağır bastığı bir dönemde, umarsız ve yalnız bireylerin umarsız ve yalnız bireylere bel bağlamağa çabalamalarının romanı; nicedir beklenen bir eleştirinin romanı” olarak tanımlamamış Fethi Naci[11] Bir Düğün Gecesi’ni.
Albert Camus, intiharı, başkaldırıyla birlikte tartışır; hayatın anlamının sorgulanması ve insanların varoluşsal krizleriyle ilişkilendirir; hayatın anlamsızlığına karşı bir tepki olarak görür. Ona göre, insanın varoluşsal bunalımı, dünyanın anlamsızlığı ve absürtlüğü ile yüzleşmesi sonucu intihar, bazen bir çözüm olarak düşünülse de -aslında- bir kaçıştan başka bir şey değildir. Başkaldırı ise bu absürtlük karşısında yaşamaya devam etmek, varoluşun anlamını aramak ve direnmek olarak tanımlanır.
Camus, insanın intiharı bir çıkış yolu olarak seçmemesi gerektiğini savunur; onun yerine, yaşamı ve mücadeleyi kabul etmesini önerir. Camus’ye göre “Eskiler yazgıya inanmakla birlikte, her şeyden önce doğaya, katıldıkları doğaya inanırlardı… Doğaya başkaldırmak, kendi kendimize başkaldırmakla birdir. Başını duvarlara vurmaktır bu. O zaman tutarlı olan biricik başkaldırma intihardır.”[12] Yok, intiharı methetmek derdinde değildir Camus; lâkin Durkheim gibi onu, toplumsal veçhesini de görmemiz gereken patalojik bir durum olarak da ele almaz. Camus, sürrealistlerin bir yandan insan suçsuzluğunu göklere çıkarırken diğer yandan da öldürmeyi ve intiharı göklere çıkarabileceklerini sandıklarının altını çizer. Sürrealistler bir çözümden söz eder gibi söz ederler intihardan -ki bu çözümü “en gerçeğebenzer biçimde doğru ve kesin” bulan Crevel de kendini öldürür, Rigaut ile Vache de.[13] Ancak Sade ve romantikler, Karamazof ya da Nietzsche, sırf gerçek yaşamı istedikleri için girdiler ölüm dünyasına. O kadar ki, ters bir etki sonucu, bu çılgın dünyada çınlayan şey, kurala, düzene ve ahlâka yönelen, acılı bir sesleniş oldu.[14] Sonuçları ancak başkaldırma yükünü üzerinden attıkları, başkaldırmanın gerektirdiği gerilimden kaçıp da zulmün ya da kulluğun rahatlığını seçtikleri andan sonra zararlı ya da özgürlük öldürücü olarak belirdi.
Takdir-i İlâhî: “Külli Nefsin Zâikatü'l-mevt”[15]
Türkçesi mi? ister “Var mı yaşayıp da ölümü görmeyen, Ölüler diyarının pençesinden canını kurtaran?”[16] diye çevirin ister “...her insanın sonu ölümdür, Yaşayan herkes bunu aklında tutmalı.”[17] diye. Ama bence Kur’an’ın Ankebut suresindeki bu ifadenin en güzel çevirisi İncil’de Romalılar’da (6:23) bahsedilen “…günahın ücreti ölüm, Tanrı'nın armağanı ise Rabbimiz Mesih İsa'da sonsuz yaşamdır.” ifadesidir.
Jacques Louis David, Sokrates’in Ölümü, 1787
İnanmıyor musunuz ölümden sonra yaşama ya da bir tanrıya? Haddim değil, sizin takdirinizdir! Nitekim -belki de- ölüm için endişelenmeye bile gerek yok: Zaten -önü sonu- Epikuros’un dediği gibi –yani daha doğrusu, Lucretius'un De Rerum Natura (Evrenin Doğası Üzerine) şiirinden öğrendiğimiz kadarıyla[18]- “Biz var olduğumuz sürece ölüm, ölüm geldiği anda da biz artık yok [olacağız].” Varlığı madde olmayan bir varlık yoktur der Epikuros. Ruh denen varlığı madde olmayan bir şey bile, der hazret, “…çok ince parçacıklardan oluşan, varlığı sıkı sıkıya bedenin varlığına bağlı olan, demek ki bedenin ölümüyle dağılan bir maddedir. Cisimsiz bir ruh olmadığına göre, ölümden sonra bir başka yaşam da yoktur.” Görüp göreceğimiz yaşam hâlihazırda yaşamakta olduğumuzdur. Bence “ölüyü (ölümü) fazla kurcalamayın” demeye getiriyor mübarek; benden söylemesi. Belki de Bir Safa Bahşedelim’de “Gülelim oynayalım, kâm alalım dünyadan/ Mâ-i tesnîm içelim çeşme-i nev- peyda[19]dan” (Gülelim, oynayalım murat alalım dünyadan/ cennet suyu içelim III. Ahmed Çeşmesi’nden” diyen Lale Devri’nin ünlü şairi Nedim de bir Epikurosçuydu? Zavallı benî âdem! Gıyâbında edilmedik gıybet kalmamıştı; eşcinsellik dedikodularına Epikurusçuluğu da ben eklemiş oldum.
Ölümü bir bilinmezlik perdesi arkasında ele alan sadece Epikurus mu? Elbette hayır. Nâzım’ın “Bir ipte sallanan bir ölü” diye andığı ve çekilmekten paçasını zar zor kurtardığı dârdan binlerce, binlerce yıl önce (MÖ 399) bu yasal-cinayeti baldıran kasesinden içerek tadan Sokrates de ölümü bir uykuya benzetir. Tabii biz Sokrates ile ilgili her şeyi olduğu gibi bu konudaki rivayeti de sahâbesi Platon’dan öğreniriz. Onun mahkemedeki Apologia’sından (Savunma) aktardığı -daha, daha doğrusu Sokrates’in cezası infaz edilirken bizzat orada olan Phaidon’un Ekhekrates’le sohbeti üzerinden Platon’un bize aktardığı- sahih hadislerde! (Sokrates’in Savunması) Platon, Soktares’in, ölümü “…uyuyanın hiçbir rüya görmediği derin bir uyku” olarak tasvir ettiğini aktarır bize. Sokrates’e göre “Ölüler ya hiç var olmaz ve hiçbir şey hissetmezler ya da söylendiği gibi ölüm bir değişimdir, ruhun buradan başka bir yere göç etmesidir. Hiçbir duygunun faaliyette bulunmaması[dır.]”[20]
Platon’un ağzından konuşan Phaidon, Ekhekrates’e der ki, Sokrates "Ölüm karşısında öyle cesur, öyle asil duruyordu ki, Hades'e bile tanrıların inayetiyle gittiğini, oraya vardığında hiç kimseye nasip olmayan bir mutluluğa kavuşaca[ktır.]”[21] Nitekim ona göre “Hayatını gerçekten felsefeye adamış bir insanın, ölüm karşısında cesaretini yitirmemesi” gerekmektedir. Ve elbette sadece “Kendilerini gerçekten felsefeye vermiş olanların ölümle ve ölmekle”[22] ilgilenmesi gerekir.
Peter Paul Rubens, Zincirlenmiş Prometheus (1610-1618)
Promeheus’un insanlara ateşi ulaştırması nedeniyle Zeus tarafından cezalandırılması
Ne teoride, ölümü filozofça karşılayacak bir yürek var bende ne de pratikte, baldıran zehri içebilecek bir cesaret. Gilles Deleuze’ün bize Spinoza’dan öğrettiği gibi, “…ölümü düşünmek en berbat şey.” Dürüst olmam gerekirse, Sokratesvâri bir Don Quijote’lukla felsefeyi “ölüm üzerine bir meditasyon” olarak kabul edebilecek bir ermişlik, bir âkillik de kalibremin çok ötesinde. Çünkü ölüm -yine Deleuze’den ve Spinoza’dan destek alıyorum- “…her zaman kötü bir karşılaşmadır...”[23] ve “…felsefe ölümün, sonuçta bende en küçük olan kısmı etkileyebilir.”[24] Eh Deleuze’den apararak söylesem de ben de “Genç olduğum sürece, ölüm[ün bana] gerçekten dışarıdan gelen bir şey”, önü sonu “…bir kaza”[25] olduğunu düşünüyorum.
Belki siz de benim gibi öte taraf, âlem-i ervah, âlem-i berzah, kabir, cennet, cehennem, münker, nekir… gibi ölüme dair, onu hatırlatan kavram/şeyler üzerine sohbeti -inanmak veya inanmamak değil- sevimsiz buluyor, apateist, umursamazcı, bir adamsendeciliği yeğliyorsunuz; belki de dümeninizi bir kerte daha agnostisme alabanda etmeyi ya da ilk kavşaktan ateizm otobanına sapmayı yeğliyorsunuz; kim bilir? Hem Feuerbach da “Tanrı, menşei ve öz itibariyle bir akıl nesnesi değildir.” demiyor mu? Şöyle devam ediyor Tanrıların Doğuşu’nda “…onu bu hale, daha sonraki kuşakların akılsızlığı ya da aklı getirmiştir, o, spekülasyonun, felsefenin nesnesi ya da ürünü de değildir… Tanrı, aslında bir talebin, dileğin nesnesidir; o, talep edildiği, içten arzu edildiği, istendiği için, tasarlanmış, düşünülmüş, inanılmış bir varlıktır. Gözün özüne denk düşen bir varlık olarak sadece göz için gerekli bir nesne olması gibi, tanrı da sadece genel olarak bir talebin nesnesidir, çünkü tanrıların doğası insani dileklerin doğasına denk düşer.”[26]
Feuerbach’ın Hristiyanlığın Özü yayınlandığında handiyse kıyamet kopar. Feuerbach’ın bu eseri gerçekten de kelimenin tam anlamıyla çarpıcıdır; yazarı daha ilk sayfalarda suratınıza bir tokat aşk eder. Feuerbach eserinin olumsuz ve tahrip edici olduğunu kabul eder: “Kuşkusuz benim çalışmam olumsuzdur, yıkıcıdır; ama dikkat edilirse, dinin insani unsurlarıyla değil, yalnızca insanlık dışı unsurlarıyla ilgilidir.”[27]
Jacques Louis David, Marat’ın Ölümü (1793)
Hekim, Gazeteci, Devrim Fransa’sının önemli politik siması Jean-Paul Marat’ın 17 Temmuz 1793’te Charlotte Corday tarafından katledilmesi
Feuerbach’ın eseri “Dinin temeli insan ile hayvan arasındaki temel farka dayanır, hayvanların dini yoktur.” cümlesiyle başlar. “Peki ama insan ile hayvan arasındaki bu temel fark nedir?... yanıt bilinçtir: En sınırlı manasıyla bilinç, yalnızca türünün, temeldeki doğasının bir düşünce nesnesi olduğu bir varlıkta mevcuttur. Hayvan gerçekten de bir birey olarak kendisinin bilincindedir- ve buna bağlı olarak birbirini izleyen duyumların ortak merkezi olarak benlik duygusuna sahiptir- ama bir tür olarak değil” [28].
Feuerbach sadece ve sadece kendi türünün, kendi doğasının bir düşünce nesnesi olduğu bir varlığın, diğer şeylerin ya da varlıkların temel doğasını bir düşünce nesnesi haline getirebileceğini; işte tam da bu nedenledir ki hayvanın sadece basit, insanın ise iki yönlü bir yaşamı olduğunun altını çizer. Ona göre, hayvanda iç yaşam dış yaşamla birdir, aynıdır; insanda ise hem iç hem de dış yaşamı ayrı ayrı vardır. İnsanın içsel yaşamı, türüyle, bireysel doğasından farklı olarak genel doğasıyla ilişkisi olan yaşamdır. İnsan düşünsel faaliyette bulunur. Hayvan, kendi dışında başka bir birey olmadan türüyle ilişkisi olan hiçbir işlevi yerine getiremez; ancak insan, kesinlikle böyle bir ilişkiyi ima eden düşünce ve konuşma işlevlerini başka bir bireyden ayrı olarak yerine getirebilir. Feuerbach’a göre, insan kendini bir başkasının yerine koyabilir, bu nedenle onun için yalnızca bireyselliği değil, türü, özsel doğası da bir düşünce nesnesidir. Din, insanın ayırt edici karakteristiğiyle özdeştir ki o zaman insanın öz-bilinciyle insanın kendi doğası hakkında sahip olduğu bilinçle özdeştir. Ama din, genel olarak düşünüldüğünde, sonsuzun bilincidir; bu nedenle bilinçten başka bir şey değildir. [29]
Momento Mori: Ölümlüsün
Feuerbach insan ile hayvan arasındaki bu temel farkın bilinç olduğunu; insanın düşündüğünü, kendi doğası hakkında bir bilince sahip olduğunu söylüyordu. Sartre’in kendi-için (étre-pour-soi / be for oneself) ve kendinde étre-en-soi/ be-in oneself) varlıkları bundan çok uzakta değiller. Nitekim Sartre kendi-için varlığı, bilinçli varlık, varlığın, varlık tarafından soru konusu yapılması olarak ele alıyordu. Kendi-için varlık, insanı, insanın var olma durumunu ve bilinç alanını ifade ediyordu Sartre’da; bilinç sahibi varlık olarak insanı kendisi için varlık olarak niteliyordu.[30] Kendinde-varlık ise sadece vardır; ne ise odur, kendini bir başkalık olarak konumlandıramaz. Bir adım daha atalım; Feuerbach’ın bilinçle tezyin edilmiş insanı da Satre’ın kendi-için varlığı da, son analizde, ölümün bilincine sahip olandır.
İsmail’in Kurban Edilmesi, Michelangelo Caravaggio (1601)
Velhâsıl-ı kelâm, insan beyni biyolojik olarak diğer primatlarınkinden farklı. Beynimizi vücudumuza oranlarsak en koca kafalı primat da biziz; en fazla enerji tüketen organımız da beynimiz. Bizi primatlar içinde bambaşka bir yere getirip koyan, bize hayvanlar âleminde çok büyük bir avantaj veren de bu. Ve -ne yazık ki- ölüm bilincini veren de.
İnsan; eşref-i mahlûkat (!), dünyanın sahibi (!), kâinatın efendisi (!), en gelişmiş primat (!) ama aynı zamanda, şu yaşayanlar âleminin ölüm bilinciyle mücazat edilmiş tek canlısı. Ölüm bilincini evrimin bize hediyesi olarak düşünsek?
Ben, ölüm bilincinin evrimin, din(ler)in de bu ölüm bilincinin bize yaptıkları bir eşek şakası olduklarını düşünüyorum. Bir dakika, n’olur n’olmaz, herşeye ve herşeyden tahrik olma potansiyeli yüksek bir milliyetçi-muhafazakâr (!) güruhu galeyâna getirmemek, bu kadar mühim devlet işleri arasında muhterem Cumhuriyet savcılarını da durumdan vazife çıkarmak mecburiyetinde bırakmamak için en iyisi eşek şakası sözünü -yine- hediyesi diye değiştireyim ben; malum ben de “Bir başıma kalsam şeh-i devrâna kul olmam” ama Dertli’nin dediği gibi, “Vîrân olası hânede evlâd u ıyâl var.”
Nerede kalmıştık, ne diyordum: “…din(ler)in de bu ölüm bilincinin bize bir hediyesi olduğunu düşünüyorum.” diyordum. Nitekim dünya üzerinde ölüm bilincine sahip olan tek canlı türü de bir dinsel inanışa sahip olan tek canlı türü de insan değil mi? Ölümü, ölüm sonrası ilahî yaşamı, cenneti cehennemi filan çıkarttığımızda tek tanrılı dinlerden geriye ne kalıyor? Yazdıklarımın Marx’ın “…insanı yapan din değil, dini yapan insandır. Yani din, henüz kendine erişmemiş ya da çoktan yitirmiş bulunan insanın sahip olduğu kendinin bilinci ve kendinin duygusunu oluşturuyor.” sözlerinin farklı bir ifadesi olduğunu biliyorum. O zaman oradan devam edelim. “Din bu dünyanın genel teorisini, onun ansiklopedik özetleme kitabını, onun halksal biçimdeki mantığını, onun tinselci point d'honneur'ü nü [onur sorununu], kendinden geçmesini, ahlâksal onaylanmasını, görkemli tamamlayıcısını, teselli ve aklanmasının evrensel temelini oluşturuyor. Din insanal özün doğaüstü gerçekleşmesini oluşturuyor, çünkü insanal öz gerçek gerçekliğe sahip bulunmuyor.” diyor Marx. Ve ekliyor “Din ezilen insanın içli ezgisini, kalpsiz bir dünyanın sıcaklığını, tinin dıştalandığı toplumsal koşulların tinini oluşturuyor. Din, halkın afyonunu oluşturuyor.”
Halkın aldatıcı mutluluğu olarak dini ortadan kaldırmak, ona göre, halkın gerçek mutluluğunu istemek anlamına geliyor. Halkın kendi durumu üzerindeki yanılsamalardan vazgeçmesini istemek, halkın yanılsamalara gereksinim duyan bir durumdan vazgeçmesini istemek anlamına geliyor. Öyleyse dinin eleştirisi, dinin aylasını oluşturduğu bu gözyaşları vadisinin tohum halindeki eleştirisi anlamına geliyor.[31]
Ölüm ve Sonrası…
Baran, silahlı çatışma sonrası ağır yaralı halde otelin terasına kaçan Cumali’nin yanına gelir. Feleğin çemberinden geçmiş torbacı Cumali, ağlamaklı, ölmekten korktuğunu söyler Baran’a. Eşkıya ona ölümden sonrasını anlatır: “Korkma sadece toprağa gideceksin, sonra toprak olacaksın, sonra sularla birlikte bir çiçeğin bedenine yürüyeceksin oradan özüne ulaşacaksın. Çiçeğin özüne bir arı konacak, belki o arı ben olacağım.”
Evladı yerine koyduğu Cumali’nin ölümü, 35 yılını cezaevinde geçirmiş Baran’ın da nevrinin dönmesine neden olur. Berfo’yu vurur Eşkıya, ardından Demircan'ı, ardından da emektar hayat kadını Sevim Abla'nın satıcısını. Birkaç gün sonra bir apartmanın çatısında kuşatır onu polisler. Ceren Ana'nın onu ölümden koruması için verdiği muska da kopmuştur artık. Eşkıya patlayan silah seslerinin arasında Tezel Hanım’ın yapamadığını yapar…
Kaynakça
[1] Nâzım Hikmet hakkında 27 Ağustos 1933'te, Bursa Ağır Ceza Mahkemesi tarafından “…gizli örgüt kurmak, üç kentte, İstanbul, Bursa, Adana'da, duvarlara devrim bildirileri yapıştırarak, kitapçıklar dağıtarak komünizm propagandası yapmak” suçlamaları ile idam istemiyle dava açılır. 31 Ocak 1934'te, Mahkeme 5 yıl ağır hapse hüküm verir. Temyiz sonrası Nâzım’ın cezası 4 yıl hapis çevrilir. Cumhuriyetin onuncu yıldönümü vesilesiyle çıkarılan 26.10.1933 Tarih, 2330 Sayılı Af Kanunu (Resmî Gazete, 28 Teşrinievvel 1933-2540) ile Nâzım’ın cezası 3 yıla indirilir. Tutukluluk süresi göz önünde bulundurularak 12 Ağustos 1934'te tahliye edilir. Nâzım Karıma Mektup şiirini tam da bu sırada, idam istemiyle yargılandığı sırada yazar.
[2] Şöyle der Marx Weber, Ekonomi ve Toplum adlı klasikleşen eserinde: “Bugün şiddet yoluyla yasal zorlama devletin tekelindedir. Şiddet yoluyla yasal zorlama uygulayan diğer tüm gruplar bugün heteronom ve çoğunlukla da hidrosefal olarak kabul edilmektedir.” WEBER, Max. Economy and Society, ed. by Guenther Roth-Claus Wittich, University of California Press, Berkeley, Los Angeles, London, 1978 pp.314.
[3] Detaylar için bkz.: Milliyet gazetesi yazarı Mustafa Ekmekçi Atatürk'ün yakın yaverlerinden Cevdet Tolgay ile yaptığı röportaj (Milliyet, 01.12.1966).
[4] Atatürk’ün Bursa -tabir-i vaizse- çıkarması ile ilgili olarak ayrıca bkz.: DİKİCİ, Ali. “İbadet Dilinin Türkçeleştirilmesi Bağlamında Türkçe Ezan Denemesi ve Buna Gösterilen Tepkiler”, Recent Period Turkish Studies, Sayı: 10 (Ekim 2012): 77-104. AVŞAR, Zakir-Ayşe Elif EMRE-KAYA. “Arapça Ezan Yasağı ve Kaldırılması” Atatürk Araştırma Merkezi Dergisi, Mayıs 2017, Cilt XXXIII - Sayı 95, ss.123-160. KAYIŞ, Yasin. “Ragıp Kemal Cantürk’ün Gezi Yazılarında Bursa”, Uludağ Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, 2021, 22(41), ss.1371-1419. GÜNEŞ, Mehmet. “Atatürk Dönemi Cumhuriyetin 10. Yıldönümünde Siyasi Suçluların Affı” 10.Uluslararası Atatürk Kongresi, Ankara 2023, s.1-23. ZÜLFÜOĞLU, Şevket. “1933 Yılı Türk Basınında Cumhurbaşkanı Gazi Mustafa Kemal ve Türk İnkılâbı”, İstanbul Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Enstitüsü Atatürk İlkeleri ve İnkılâp Tarihi Anabilim Dalı Basılmamış Yüksek Lisans Tezi. İstanbul, 2006.
[5] Detaylar Kayış, a.g.e. 1382’den alındı.
[6] Hatice Piraye Altınoğlu, Nâzım Hikmet ile 1935-1951 yılları arasında evli kalmıştır. Karıma Mektup şiiri yazıldığında henüz resmî manada evli değildirler.
[7] FUAD, Memed, Piraye’ye Mektuplar, Yapıkredi Yayınları, İstanbul, 3. Baskı, 2015. 11. Mektup, s.24.
[8] AĞAOĞLU, Adalet, Dar Zamanlar II, Düğün Gecesi, 17. Basım. 2004, s. 11.
[9] https://epsikolog.com/yazi/nevrasteni
[10] DURKHEIM, Emile. İntihar, (Çev.: Zühre İlkgelen), İstanbul, Pozitif Yayınları, 2013. Serge Paugam’ın İntihar Karşısında Toplumbilimci başlıklı Önsöz’ü için bkz.: VII-LI.
[11] 100 Soruda Türkiye’de Roman ve Toplumsal Değişme, Gerçek Yayınevi, İstanbul, 2. Baskı, 1990, s.433.
[12] Başkaldıran İnsan, (Çev.: Tahsin Yücel), İstanbul, Kuzey Yayınları, 1985 s.27.
[13] Camus, a.g.e., s.89.
[14] Camus, a.g.e., s.95.
[15] Ankebut, 57.
[16] Mezmurlar 89:48.
[17] Vaiz 7:2.
[18] ŞENEL, Alâeddin, Siyasal Düşünceler Tarihi, Tarihöncesinde İlkçağda Ortaçağda ve Yeniçağda Toplum ve Siyasal Düşünüş, Bilim Sanat Yayınları, Ankara, 1995, s.178.
[19] Çeşme-i Nev-peydâ, III. Ahmet zamanında -1728’de- Topkapı Sarayı'nın giriş kapısı ile Ayasofya arasında Nevşehirli Damat İbrahim Paşa'nın önerisiyle, bir Bizans çeşmesinin (Perayton) yerine inşa ettirilir. Çeşme-i Pâkize olarak da bilinir. Dönemin şairi Nedim çeşmeden Çeşme-i Nev-peydâ diye bahseder.
[20] Platon, Sokrates’in Savunması, (Çev.: Ari Çokona), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2012, s.55.
[21] Platon a.g.e. s.76.
[22] Platon, a.g.e., 80.
[23] DELEUZE, Gilles. Spinoza Üzerine On Bir Ders, (Çev.: Ulus Baker), Öteki Yayınevi, Ankara, 2000, s.36.
[24] DELEUZE, G., a.g.e., s.40.
[25] DELEUZE, G., a.g.e., s.40.
[26] FEUERBACH, Ludwig. Tanrıların Doğuşu Klasik, İbrani ve Hıristiyan Antikçağ- Kaynaklarına Göre, (Çev: Oğuz Özügül), Say Yayınları İstanbul, 2. Baskı, 2015: 50.
[27] FEUERBACH, L., a.g.e. p.x
[28] FEUERBACH, Ludwig. Essence Of Christianity, (Tran.: Marian Evans), Second Edition. London: Trübnee & Co., Ludgate Hill. 188l. p.1
[29] FEUERBACH, L., a.g.e., pp.2-3
[30] SARTRE, Jean-Paul, Varlık ve Hiçlik, (Çev.: Turhan Ilgaz -Gaye Çankaya Eksen) İthaki Yayınları, 7, Baskı, İstanbul, 2016, s.131.
[31] MARX, Karl. Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisi, (Çev.: Kenan Somer), Sol Yayınları, Ankara, 2. Baskı, 2009, s.192-193
Yorumlar (1)
Salih ÖZGENÇ
6 gün önce / 14.02.2025Can hocam, derslerinizi aldım, kitaplarınızı edindim makalelerinizi halk tabiriyle büyük bir iştahla okuyor ve kendi kendime diyorum ki "ah benim öksüz ülkem Mete Kaan Kaynar gibi bir kaç tane daha yiğit akademisyen yarata bilseydin bizim için ne olurdu?" Siz yazmaya, düşünmeye, anlatmaya devam edin, biz de okuyarak, dinleyerek, düşünerek sizi sömürmeye(!) devam edelim. Saygıyla, sevgiyle yanaklarınızdan öpüyorum. Siz gönlünüze göre çok çok yaşayın ki uyananlar, düşünenler çoğalsın. Sevgiyle ve esen kalın...
Beğendim 2 | Beğenmedim 0 | Cevapla