Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz
Cemal Süreya
Prof. Dr. Levent Köker: Yerel Yönetimler Kendi Kendini Yönetebilmeli
Kürt meselesinin çözümünü beklerken birinci mesele Kürt realitesinin tanınması. Onun da en önemli ayağı Kürtçenin en azından bir eğitim dili olarak kabul edilmesi meselesidir. Ve herkes birinci sınıf vatandaş olacak. Bu, eşit yurttaşlık talebinden başka bir şey değildir.
Başlamadan bir hatırlatma: Eğer bu uzun söyleşiyi okumak istemezseniz, sayfanın en altındaki videodan izleyebilirsiniz....
Birlikte Yaşam Söyleşilerimizin ilk konuğu Prof. Dr. Levent Köker. Hukuk ve siyaset teorisi üzerine çalışan Köker, uzun yıllardır Türkiye’de Kürt sorunun çözümü, demokrasinin gelişimi ve çatışma çözümü üzerine çalışmalar yürütüyor.
Türkiye siyasi tarihi ve dünya deneyimlerinden örnekler veren Köker, sadece Kürt sorunun değil Türkiye’de birçok kesimin sorunları olduğunu belirtiyor. Köker, eşit yurttaşlığın sağlanması ve yerel yönetimlerin kendi kendilerini yönetebilmesinin altını çiziyor.
Sizin içinde bulunduğunuz bir grup aydın “Barış ve Demokrasi Hepimiz İçin” başlıklı bir bildiri yayınladı; Kürt sorununun çözümü ve barış ortamının yaratılmasına dair bir çağrıydı. Bildiri yayınlandıktan kısa süre sonra İmralı Adası’nda PKK Lideri Öcalan ile görüşmeler başladı. Aydınların bu yönlü sorumluluk alması neden önemli? Siz neden bu çağrıya imzacı oldunuz?
Toplumumuzda her şey çok çabuk unutulabiliyor. Birdenbire MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli bir grup toplantısında Abdullah Öcalan’a doğrudan seslenerek Meclis’e gelip DEM Parti grubunda konuşmasını ve örgütü lağvettiğini söylemesini istedi. Bu tabii önemli bir talep. Hem de Bahçeli gibi birisinden, Türk milliyetçiliğinin en taviz vermez savunucularından olan bir siyasi hareketin liderinden gelmiş olması dikkat çekici. Ben çoğul olarak konuşmayayım. Belki imza atan arkadaşlarımın hepsine bağlamak istemem ama zaman zaman biz diye konuşacağım herhalde. Bizim de aklımızda olan temel mesele şuydu, silahların bırakılması çok güzel bir şey. Kürt sorununun 40 yılı aşkın, bana sorarsanız belki 100 yıllık mesele içinde zaman zaman büründüğü ağır şiddet içeren boyutuyla ilgili önemli bir kavşak noktasına geldiğimiz anlaşılıyor.
“Barış ve çözüm, ikisini birlikte telaffuz ediyoruz. Hangisini önceliğe veriyorsunuz tabii o da tartışmalı. Yani, sorun çözülürse barış mı olur yoksa barış olursa mı sorun çözülür? Bu barıştan ve çözümden ne anladığımıza bağlı olarak da değişebilecek olan öncelikler olarak anlaşılmalı.”
Kürt sorunu diye bir sorunumuz var mı yok mu? Bir defa onu cevaplamaya çalışırsak neye öncelik vereceğimiz ve bizim neden bu işe müdahil olduğumuz, olmak istediğimiz anlaşılır. Kürt sorunu diye bir sorun var. Bu sorunun bir ayağı, Bahçeli’nin de çağrısıyla adres olarak göstermiş olduğu şiddet boyutu. Örgütle devlet arasında, yani adını da koyalım PKK ile Türkiye Cumhuriyeti arasında çok uzun bir zamandır devam eden, zaman zaman terörle mücadele diye etiketlenen bir şiddet pratiği var. Bu bir sarmal halinde toplumu kuşatıyor. Şiddet sadece silahlı çatışmaların artması, yoğunlaşması veya toplumu terörize eden eylemlerin patlak vermesi şeklinde olmuyor. Bunlar olmadığı zaman da aslında bir şiddet ortamında yaşıyoruz çünkü neyin ne zaman sizin başınıza ne şekilde geleceği bu toplumda hiç belli olmuyor. Bunun hukuktaki ve adli yargıdaki pratiklerini günbegün yaşıyoruz ve bu aslında yeni bir olgu değil. 12 Eylül zamanında da böyleydi, darbeci faşizm döneminde de böyleydi, sözde demokrasiye geçildiği söylenen çok partili hayatın devam ettiği 90’lı yıllarda da böyleydi, 2000’lerde de böyle oldu.
Kürt sorunu sizce Bahçeli’nin yaptığı silahsızlanma ve örgütün kendisini lağvetme çağrısı ile tamamen çözüme ulaşabilir mi?
Malum, 2013-2015 arasında çözüm süreci denilen bir süreç yaşadık ve tepe taklak oldu. Bu çözüm sürecinden ve çözümden kasıt, devlet ile PKK arasındaki bu şiddet unsurunu belirgin bir biçimde içeren mücadelenin bir şekilde uzlaşmayla sona erdirilme girişimiydi. Bu olmadı. Bahçeli’nin çağrısı aslında örgütün kendisini dağıtması ve işin silah ve şiddete dayalı kısmının sona erdirilmesidir. Anlaşılan perspektif şu ki, şiddet boyutu sona ererse bu mesele tamamen bitecek ve Türkiye terörsüz, süt liman, barış içinde, huzurlu bir toplum olacak. Bunun böyle olmayacağını biliyoruz çünkü Kürt sorunu, PKK ile devlet arasında şiddet boyutunu öne çıkaran sorunla eşitlenebilecek bir sorun değil. Kürt sorunu, bu boyutun yanında ve dışında, bu boyuttan çok daha önce (100 yıllık, cumhuriyetin kuruluş yıllarına kadar giden) bir başka sorun. Türkiye Cumhuriyeti ülkesi üzerinde Kürt halkının mevcudiyetinin varlığının tanınmasıyla ilgili bir sorun. Bunu zaman zaman ifade eden, bu sorunun net bir biçimde ifadesini ortaya koyan devlet yöneticileri de oldu. Hem de bunlar sıradan, marjinal, toplumda karşılığı olmayan devlet yöneticileri değil veya darbeyle gelmiş de değildi.
Bahsettiğiniz devlet yöneticilerine örnek verebilir misiniz?
Türkiye’de defalarca başbakanlık yapmış ve nihayetinde siyasi hayatını cumhurbaşkanı olarak sona erdirebilmiş olan Süleyman Demirel, 1991 seçimleri öncesinde seçim çalışmaları ve propaganda konuşmaları sırasında çok önemli iki cümle kurdu. Bu cümlelerin tabii önü, arkası vs. de var. “Kürt realitesini tanıyacağız” birinci cümle. Kürt realitesini tanımakla ne kastediyordu sayın Süleyman Demirel? Bilmiyorum ama Kürt realitesinin ne demek olduğunu birazdan söyleyebilirim size. İkincisi ise “Herkes birinci sınıf vatandaş olabilir.” Benim anladığım Türkiye’de bir Kürt halkının mevcudiyetini tanımaktır. Kürtlerin bir halk olarak Türkiye Cumhuriyeti sınırları içerisinde mevcut olduğunun tanınmasıyla ilgili bir karşılığı olabilir. Bunun en önemli ifadesi Kürtçenin tanınmasıdır. Süleyman Demirel bu sözü söylediği zaman 1991’de Kürtçe yasaklı bir dildi. 1993’te Kürtçenin yasaklı bir dil olması kaldırıldı, yasa lağvedildi. Yasayı 12 Eylül faşist cuntası çıkarmıştı. Yanılmıyorsam 2006’da AKP döneminde de TRT’de bir resmi yayın başladı, Kürtçe kurslar, Kürtçe öğreten seçmeli dersler okullarda serbest oldu vs. ama bu yeterli mi? Kürt realitesinin tanınması bağlamında, Kürt halkının tanınması için Kürtçenin serbest olması, kamusal alanda serbestçe konuşulması… Bugün geriye dönük olarak yasalara aykırı bir biçimde, fiilen Kürtçe üzerinde nasıl bir baskının yeniden hortladığını da biliyoruz. Dolayısıyla, bu yeterli değil. Bunun ötesinde, Kürtçe anadilinde eğitim hakkı talebi var ve bu talep hakkında herhangi bir gelişme yaşanmış değil. Sadece 2014 yılında bir yasa çıkarıldı; o yasa Kürtçe anadilinde eğitime imkan veren bir yasa olarak formüle edilmedi ama o dönem bakanlar kurulu vardı, bakanlar kurulu isterse özel okullarda Kürtçe anadilinde eğitim yapılmasının, anadilinde eğitim şeklinde formüle edilmemesi kaydıyla (çünkü anayasaya göre yasak) bir imkan verdi. Ancak, bu imkanın henüz kullanıldığını görmedik. Bu imkanın kullanılacağına dair bir işaret de yok.
“Kürt meselesinin çözümünü beklerken birinci mesele Kürt realitesinin tanınması. Onun da en önemli ayağı Kürtçenin en azından bir eğitim dili olarak kabul edilmesi meselesidir. Ve Süleyman Demirel’in sözüne tekrar dönecek olursam, herkes birinci sınıf vatandaş olacak. Bu, eşit yurttaşlık talebinden başka bir şey değildir. Aradan 34 sene geçmiş, biz hala eşit yurttaşlık talebini konuşuyoruz.”
Kürt realitesinin tanınması Türkiye’de hangi koşullar altında gerçekleşebilir?
Eşit yurttaşlık talebinin Türkiye Cumhuriyeti anayasasını değiştirme ile ilgili boyutları da var. Vatandaşlık tanımından tutun da anadilde eğitim yasağına kadar uzanan ve bir Kürt halkının mevcudiyetinden bahsediyorsak o zaman halkların kendi kendilerini yönetmeleri perspektifinden baktığımızda bunun aynı zamanda Türkiye’yi demokratikleştirecek bir mesele olarak da gözümüzün önünde durduğunu, sadece Kürt meselesinde değil, Türkiye’nin genel olarak demokratik bir toplum şeklinde örgütlenmesiyle ilgili sorunların tam da göbeğinde yer alan bir mesele olarak kavranması gerektiğini açıkça görüyoruz.
“Kürt realitesinin tanınması demek, Kürtlerin kendilerini ilgilendiren konularda kendilerinin doğrudan halk olarak karar alabilmeleri imkanının verilmesi demektir. Bu da demokratik öz yönetimden başka bir şey değil.”
Demokratik özyönetim denilince sanki bir örgütün lafıymış gibi anlaşılıyor. Halbuki, Türkiye’nin altında imzası olan bir uluslararası sözleşme var. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı. Avrupa Yerel Yönetimler Özerklik Şartı’nı Türkçeye böyle çevirmişler. Bizi dinleyenler bağışlasın, bu şartın resmi adı İngilizcede, “European Charter of Local Self-Government.” “Local self-government” ifadesini biz, yerel yönetimler özerklik şartı olarak çeviriyoruz. Halbuki, “self-government”ın doğru Türkçe çevirisi özyönetimdir. Yani, “Avrupa Özyönetim” ya da “Kendi Kendini Yönetim Şartı” aslında. Aslında özerklik de aynı manaya gelir ama bizde özerklik denilince sanki merkez ile ilişkisi üzerinden konuşuluyor. Merkeze göre biraz daha özerk gibi. Oysa, bir yerel birimin, bir belediyenin örneğin, kendi kendisini yönetmesidir. Oradaki halkın kendi kendisini yönetmesidir. Dikkat ederseniz burada Kürt halkının kendi kendisini yönetmesi gibi bir terim yok. Yerel birimlerin kendi kendilerini yönetmesi var. Burada yerel yönetimlerin bir özyönetim, demokratik özyönetim içerisinde kendilerini öne çıkartması etnik bir temele, dini bir temele veya dışsal bir temele dayanmıyor. Bu, Kürt meselesinin de çözümünde önemli bir aşama. Daha doğrusu gerçekleştirilmesi gereken önemli bir reform. Bunlar olmadan Kürt meselesi ortadan kalkmayacağına göre, yani Kürtçenin ve yerel yönetimlerin demokratik özyönetim prensiplerine uygun bir biçimde örgütlenmeleri gerçekleşmediği sürece Kürt meselesi çözülmeyecek. Kürt meselesi çözülmeyince bunun yarattığı rahatsızlık, huzursuzluk, insanların kendilerini tam vatandaş hissedememe, kendilerini bu ülkeye tam olarak ait görememe durumları devam edecek.
Türkiye’de Kürt realitesinin dışında da farklı birçok kesimin realitesinin tanınmadığını söyleyemez miyiz?
Tabii sadece Kürtler için geçerli değil. Aleviler, gayrimüslimler için geçerli, yüzleşemediğimiz Ermeni soykırımıyla ilgili boyutları var vs. Türkiye’nin tarihsel olarak geçmişle hesaplaşma bağlamında hakikati ortaya çıkaran, 90’lı yılların hesabını veren, Cumartesi Anneleri’nin taleplerini ciddiye alan, onları itip kakıp aşağılamak ve ötekileştirmek yerine… Devlet tarafından gözaltına alınıp bir daha hiç haber alınamamış bir sürü insan var. Hakkında mahkeme kararları olan asit kuyularından dışkı yedirmeye kadar uzanan bir dizi pratik var. Bu pratikler ne oldu? Bir cezasızlık politikasından vazgeçecek şekilde hesaplaşmadığımız sürece bu şiddet ortamını ortadan kaldırmamız mümkün değil. Silahları gömebiliriz ama bu bize barış getirmez. Bu ihtiyaçla ortaya çıktık, devam da ediyoruz çünkü toplumun bu konuyu kendi eline alması ve siyasetin dar ve özellikle iktidar çıkarlarına endekse bir biçimde ele almasının önüne geçmek, ana kaygımız bu. Arkadaşlarımız da buna karşı çıkmazlar diye düşünüyorum.
“Bizim bildirimizin ana teması bu meselenin, yani Türkiye’de barışın sadece örgütün tasfiyesi gibi dar bir alana sıkıştırılarak konuşulamayacağı meselesine işaret etmek ve barışın çok daha geniş bir toplumsal çerçevede Kürt meselesinin çözümüyle alakalı bir mesele olduğunu vurgulama ihtiyacıdır.”
Barışa dair ne zaman bir vurgu olsa ya da ne zaman bir çözüm arayışı olsa toplumun içinden, gerek Kürtlerden gerek farklı kesimlerden bir kaygı ortaya çıkıyor. Tamam bir barış görüşmesi başladı ama partilerin birbirleriyle bazı söylemler üzerinden uğraşmalarının, toplumu kışkırtmaya varacak söylemlerin oluşturulmasının nedeni geçmişle hesaplaşmaktan korkma olabilir mi sizce?
Öyle bir boyutu kesinlikle var ama Türkiye toplumunda bugünkü iktidarı otoriter olmakla eleştiren, hatta İslamcılığı öne çıkararak bu eleştiriyi yükselten ve bu bağlamda sanki demokratik bir talep de getiriyormuş gibi görünen gruplar var. Bu kişisel izlenimim ama bu konuya epeyce uzun zamandır kafa yormakta olan ve temasları olan birisi olarak benim gözlemlerime itibar edebilirsiniz. Mesela bu kesimler arasında bile Kürtçe anadilinde eğitim dediğimiz zaman buna amiyane tabirle bodoslamadan karşı olan ve bunun adını dahi duymak istemeyen geniş bir kitle var. Bu kitlede aynı zamanda geçmişe dönük olarak bir hesaplaşma yaptığınız zaman hoşlarına gitmiyor. Yakın geçmişi kurcalarsanız belki ona itirazı olmuyor. Ancak, 1930’lu yıllara gittiğiniz zaman, 1925’e gittiğiniz zaman aynı kitle ki tahmin edebileceğiniz gibi kendisini Kemalist, Atatürkçü kabul eden bir kitleden bahsediyorum :ence azımsanmayacak bir büyüklüktedir toplumumuzda. Onlar bunu sevmiyorlar. Hatta, birçoklarınca İttihatçılık dönemine ait pratiklerin, 1915’in hatırlanması dahi “şimdi bu kadarını karıştırmanın ne gereği var? 100 sene önce olmuş bitmiş hadiseler” gibi geçiştiriliyor ya da “onlar da hak etmişlerdir”, “zamanın şartlarıydı”, “devlete isyan edenler zaten hak eder” gibi yaklaşımlar görüyoruz.
Bugünkü problemimiz açısından zor bir durum çünkü barış diye yola çıktığınızda o barışın şartları arasında böyle bir geçmişe dönük hesaplaşma, hakikat ortaya çıkarma, hakikatle yüzleşme… Hatta hakikat hakkı diye bir şeyi anayasaya koymayı düşünüyorduk biz, 2008-2009’da yeni anayasa çok konuşulurken. “Hakikati bilme hakkı diye bir madde olabilir mi anayasada” diye düşüncelerimiz vardı. Onun üzerine kamuoyunda konuşulduğu bir dönemi de yaşadık. Bunu pek istemiyor toplumun geniş kesimleri çünkü böyle bir durumda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş temellerini sanki tartışmaya açmak gibi bir durum ortaya çıkar diye endişe var. Halbuki, bu tartışmanın yapılmaması aslında bugün içinde bulunduğumuz şiddet sarmalını ve barışsızlık ortamını, barışa uzak duruşumuzu besliyor. Kurucusunun “yurtta sulh, cihanda sulh” dediği bir devlet barış denilince öcü gibi korkuyor. Sadece bugün değil, mesela 12 Eylül’de Atatürkçü darbe yapmış olan faşist cunta Barış Derneği Davası’yla ünlü bir yargı pratiğini önümüze koydu. Bunun tabii çok daha öncelerinde de çeşitli örnekler var.
Türkiye’de barış ortamının sağlanması için temelde toplumun devlet ile nasıl bir ilişki geliştirmesi gerekir?
Barış diye ortaya çıktığınız zaman Türkiye’de bazı insanlar hem yadırgıyor, toplumda bir yadırgama oluyor hem de siyasi anlamda devlet tarafından da hoş karşılanmıyorsunuz. Halbuki, bütün ihtiyacımız barış ve huzur. Barış ve huzur olabilmesi için de Türkiye’deki bütün insanların kendilerini bu devletin eşit yurttaşı olarak gönülden hissetmeleri lazım. Zaten, başka türlü bir cumhuriyet olma ihtimalimiz yok. Öbür türlü birilerinin cumhuriyeti olur. Zaten ona da cumhuriyet denmiyor; oligarşi denilebilir, başka çeşitli isimler verilebilir ama cumhuriyet adı şeklen olur. Yöneticiler seçiliyor, arada bir seçim yapılıyor diye bir devlet cumhuriyet olmaz. Bir devletin cumhuriyet olabilmesi için bütün yurttaşların sahip çıkacak şekilde o devleti benimseyebilmeleri gerekiyor. Biz bunun uzağındayız. Bunun uzağında olduğumuz için de şiddet bizden hiç ayrılmıyor. Onun için de barış olmuyor.
Öcalan ile görüşmelerde parlamento vurgusu var. Parlamentoda bu işin çözüleceği söyleniyor. Ancak parlamento dışında sivil toplumun da barışın bir bileşeni olması gerekmez mi?
Sivil toplum dediğimiz toplum kesimleri, siyasi toplum diyebileceğimiz politik partilerin, onların üyelerinin, temsilcilerinin oluşturduğu kurumsal yapıyı, tabii burada en önemlisi sizin işaret ettiğiniz TBMM’yi, böyle bir çözüm ve barış doğrultusunda teşvik edebilir, hatta zorlayabilir. En azından siyaseten kolaylaştırıcı bir zemin olduğunu gösterebilir. Nihai yer tabii ki parlamento olmalı. Fakat, bunun ön şartı siyasi çıkarlardan, iktidar hesaplarından arınmış bir biçimde, Türkiye’nin hangi sorunla karşı karşıya olduğunu net bir biçimde ortaya koyup buna ilişkin çözüm perspektiflerinin geliştirilmesidir. Bunlar toplumda konuşuldukça… Esasında bugüne kadar da toplumda konuşulmadık bir şey kalmadı. Kürt meselesiyle alakalı “konuşmadığımız ne kaldı?” diye sorarsanız bence ortada hiçbir şey yok. Her şeyi konuştuk. Hele, 2008-2015 arasında, yani yeni, sivil, demokratik anayasa tartışmalarının en yoğun bir biçimde yaşandığı bir dönemde her şey konuşuldu.
Orada bir şeyi isterseniz size hatırlatayım. 28 Şubat, hep bizde postmodern darbeyle anılan tarihte aynı gün ama 2015’te, biliyorsunuz o zaman başbakanlık vardı, başbakanlığın Dolmabahçe ofisinde İmralı Heyeti’nin bulunduğu, dönemin bakanları Yalçın Akdoğan ve Efkan Ala’nın da içlerinde olduğu toplamla bir belge açıkladı. Çözüm süreciyle ilgili 10 maddelik bir izahat açıklandı. Buna Dolmabahçe Mutabakatı denildi. Bunun bir son maddesi var. O son maddede birtakım reformlardan bahsediliyor. O reformların yeni bir anayasa ile bütünleştirilmesi, yeni bir anayasa içerisinde Türkiye’nin hukuk düzeninin yerleşikliğine, kurumsal yapısına entegre edilmesinden bahsediliyordu. “Yeni bir anayasa ile bu reformları taçlandırmak” ifadesini kullanayım. Bugün de yine aynı noktadayız.
“1991’de Süleyman Demirel’in söylediği yerden bugün geldiğimiz noktada yine bir eşit yurttaşlık problemimiz var, yine bir Kürt realitesini tanıma kısmen gerçekleşmiş (Kürtçe üzerindeki yasaklar hukuken en azından bir bakıma kalkmış) ama anadilde eğitim yasağı sürüyor. Dolayısıyla, bu yasağın kalkması gerekiyor. Bir süre de onunla uğraşacağız. Diğer mesele, herkesin birinci sınıf vatandaş olması meselesi, eşit yurttaşlık meselesi. Sadece Kürtler açısından değil, Aleviler açısından, farklı gruplar, halklar açısından da Türkiye’de sorunlar var.”
Eşit yurttaşlığı Türkiye’de sağlayabilmek için hukukta ya da bürokraside nasıl bir değişiklik gerekli?
Bu sorunların hepsini içeren bir yeni teşkilatlanma, Türkiye Cumhuriyeti’nin kendisini yeni bir siyasetin içinde var ettiği konsitüsyona (Fransızca manası temel teşkilatlanma, kuruluş ve bunun dayandığı temel prensipler) ihtiyacı var. Ancak, tabii bunların hepsinin eşit yurttaşlıkla içini doldurarak. Bugünkü anayasamızda mesela milliyetçilik var. Türkiye devleti milliyetçidir diyor 2’inci madde. Milliyetçi bir devlet olur mu? Bir devletin kendisini milliyetçilik ile tanımlaması demokrasiyle bağdaşmayacak olan bir şeydir. Milliyetçi, adı üzerinde bir siyasi partinin adı olabilir. Milliyetçilik bir siyasi ideolojidir ve siyasi partilere mahsustur. Bir devlet bir siyasi parti olamaz. Herkesi milliyetçi olmaya zorlarsanız anayasayla o zaman bir tek parti devleti olursunuz. Farklı görünümleri olan ama aslında hepsinin topladığınızda tek bir parti olan, birbirlerinden farkları belki başka yerlere işaret eden bir siyasi teşkilatlanmanız olur. Sorun aslında temelde böyle bir mesele ve bunu 1991’de de dile getirmişiz, belki 1937’de de bu dile getirilmişti. Dersim Tertelesi’ne insanlar maruz kaldığı zamanki dönemde, yani tek parti diktasının geçerli olduğu dönemde ya da şimdi…
1937’den farklıyız. Arada 88 sene var. 100 sene diyelim, 100 senedir aynı şeyleri söylüyoruz. Yetmez mi? Konuşmadık hiçbir şey kalmadı. Dolayısıyla, sürekli dönüp dönüp aynı şeyi okuyoruz. Dönüp dönüp aynı şeyi konuşuyoruz. Başka meselemiz yok mu? Bu temel meseleyi neden çözemiyoruz? Toplumun bunun çözülmesi gerektiği konusunda ikna olması ve inisiyatifi belki de siyasilerle paylaşması, siyasileri buna zorlaması lazım. Türkiye’de siyasi kadrolar da biraz da belki de oy alacakları için kendi kitlelerini de bir şekilde dışlamak istemiyorlar. Kürtçe anadilinde eğitim mesela bu konuda çok kritiktir. Ana muhalefet partisine sorduğunuz zaman “Kürtçe anadilinden yana mısınız?” diye, “herkesin kendi anadilini öğrenme hakkı vardır” diyor. Genel cevap böyle geliyor. Halbuki, Kürtçe anadilinde eğitim dediğimiz zaman Kürtçenin öğrenilmesinden bahsetmiyoruz. Onun önünde bir engel yok. Kürtçe dilinde eğitim verilmesinden bahsediyoruz. Yani, şimdi 4+4+4 eğitim sistemi var, bu sistemi Kürtçe yapacak mıyız? Ya da iki dilli, yani Kürtçe ve Türkçe yapılabilecek mi? Anayasadaki bu yasak kalkacak mı? Neden mesela Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlarının bir bölümünün anadillerinde eğitim almaları yasak? Bunu kim, nasıl izah edebiliyor? Anadiliyle resmi dil farklı ve eğitimde resmi dil şart değil. Eğitim başka bir şey. Ancak, tabii ki resmi dili öğretirsiniz vatandaşlara.
"'Kürtçe anadilinden yana mısınız?' diye sorulduğu zaman verilen 'herkes anadilini öğrenmelidir' cevabı aslında resmi dil için geçerli. Ülkenin resmi dilini ülkenin bütün vatandaşları öğrenmelidir ama eğitim, resmi dil yanında kişilerin anadillerinde de verilebilmelidir, yasak olmamalıdır.”
Bunu topluma nasıl anlatacaksınız? Bunu toplumun konuşması lazım ama toplum bunu konuşmuyor mesela. Bir ara vakıflar, birtakım dernekler çok önemli metinler yayımladılar, “Bu iş nasıl olur vs.?”. Diyarbakır merkezli çalışmalar yapıldı ama ne zaman Kürt meselesi kamusal bir gündemde ön plana çıksa bu mesele hiç konuşulmuyor, başka şeyler konuşuluyor. Oysa, barışın tesis edilmesinin ana güzergahı bu tip sorunların çözümünden geçiyor. Bunları çözdüğünüz zaman gerisi kendiliğinden gelir. İspanya örneğini veriyorlar mesela, Bask örneğini. Orada bir ayrılıkçı örgüt ve şiddet vardı. Ancak, İspanya’da Bask bölgesinin kendi kendini yönetme ve Bask dilinde eğitim yapma, Bask dilinde kamu işlemleri yapmaya dair bir meselesi yok. O zaman, şiddete müracaat eden bir örgüt varsa ona diyorsun ki “sen ne istiyorsun?.” Ancak, Türkiye’nin durumu böyle değil. O yüzden oralarda barış tesis edilebiliyor ama buraya gelince barışın tesis edilebilmesi sadece iktidarın talebinin doğrultusunda, silahların bırakılması olarak anlaşılıyor. Halbuki, bu gerçekleşse bile barışın tesisi anlamına gelmeyecektir çünkü bunun gerisinde yatan toplumsal meseleler yumağı ağırlaşarak devam ediyor.
Bu çağrı sizce iktidarın kendi politik çıkarlarını da gözettiği için yapılmış olabilir mi?
Suriye meselesi de var aslında. İktidarı bu konuda küçük ortağı açısından en azından inisiyatif almaya sevk eden temel gelişmelerin de Suriye’deki Esad rejiminin devrilmesinden sonra ortaya çıkan Rojava’nın hukuki bir statü elde edebilme ihtimali şeklinde düşünmüş olabilmeleri olabilir diye insanın aklına geliyor. Neden daha önce değil de hemen şimdi? Bu zaten yazılıp çizilen bir mesele. Pragmatik, enstürmantalist ve iktidarın kendi iktidarını kuvvetlendirmesine mahsus bir biçimde bu meseleyi ele alması umut verici değil barış açısından. O yüzden biz de, tekrar edeyim, böyle bir müdahalede bulunmak istedik. İnşallah başka sivil toplum örgütleri de toplumun farklı kesimleri de böyle komplike bir sorunu çözecek şekilde yeni bir dinamizmle parlamentoyu en azından buna zorlayabilirler.
Yorumlar (0)