Biz şimdi alçak sesle konuşuyoruz ya
Sessizce birleşip sessizce ayrılıyoruz ya
Anamız çay demliyor ya güzel günlere
Sevgilimizse çiçekler koyuyor ya bardağa
Sabahları işimize gidiyoruz ya sessiz sedasız
Bu, böyle gidecek demek değil bu işler
Biz şimdi yanyana geliyor ve çoğalıyoruz
Ama bir ağızdan tutturduğumuz gün hürlüğün havasını
İşte o gün sizi tanrılar bile kurtaramaz

Cemal Süreya

Sapiensin Yaşam Mücadelesinden İklim Krizine

Yani doğanın kurduğu, bize de tavsiye ettiği düzeni öylesine hırpalamışız ki, o heybetli gücüyle doğa bize uzaktan sesleniyor: “heyyy, nereye…” bunu nasıl söylüyor: beklenmedik orman yangınları, tsunamiler, mevsimlerin zamanlarının değişmesi, kuruyan göller ve sulak alanlar, ılıman-tropikal vb iklim şeritlerinin hızla kuzey/güney’e kayması, vb.

Sapiensin Yaşam Mücadelesinden İklim Krizine

Öyle değil mi, gerçekten de büyük dedelerimiz ninelerimiz yaşayabilmek için doğayla mücadele etmek ve onu yenmek zorunda idiler. Yaban hayatın ortasında kendisine yiyecek arayarak oradan oraya göçeduran sapiensi ile neandertali ile belki başkaca dedeleri ile öğrenmekte oldukları doğanın suyundan gitmeyi, yaşamlarını sürdürmeyi öğreniyorlardı. İçinde yaşadıkları evren ve doğayı anlamaya onun yarattığı tehditleri defetmeyi öğreniyorlardı. Tabii bir yandan da doğanın kendilerine sağladığı nimetlerle besleniyor, soğuktan korunuyor, kaybettikleri suyu onun nimetleri ile karşılamaya çalışıyorlardı. Onunla iyi geçinmeye çalışıyor, ona şükran sunuyorlardı.

Avladıkları, topladıkları yaratıklara, otlara, meyvelere ihtiyaçları olduğuna öylesine inanıyorlardı ki, onları kendi kontrolleri altına almanın imkanlarını geliştirmeyi düşündüler. Evcilleşen hayvanatla beraber uzun yollar katetmeleri gereği kalmamıştı. Her mevsim doğanın kendilerine bahşettiği farklı otlar, çiçekler, meyveler oluyordu. Dolayısıyla artık belli yerlerde yerleşerek yaşamanın imkanı oluşmuştu.

Büyük büyük dedelerimiz artık doğanın kendilerine sağladıklarını az çok kontrol altına almış, etlerinden yararlanacakları hayvanların üremesini sağlayabiliyor, otları, çiçekleri, meyveleri yeterli miktarlarda toplayabiliyorlardı. Hatta yağmurdan, kardan korunabilecekleri barınakları da yapacak bilgiye ulaşıyorlardı artık.

Doğa büyük büyük dedelerimizin yaşam kaynaklarını onlara sunuyor, onlar doğanın imkanlarını giderek kontrol altına almaya başlıyorlardı. Doğayla insan ilişkisinde bolluk içinde doğa lehine kurulmuş üstünlük giderek dengelenmeye doğru gidiyordu. Doğanın sağladığı gece-gündüz, yaz-kış, sıcak-soğuk, hava, su, taş-toprak, odun, kaya ve daha birçok şey  bonkörce önlerine seriliyordu.

Doğanın en üstün tarafı, her şeyi görebilecek kadar yukardan bakabilmesi ve içinde yaşayanların niyetlerini sezinleyebilmesi olmalı. Kimi zaman keyfi hırçınlıklarının olduğunu da biliyoruz. Zavallı dinozorları artık görmek istememesi bunun bir örneği olmalı. Veya insan nüfusunun hızla arttığı zamanlarda “hele biraz yavaşlayın bakalım” dercesine salgın hastalıkları veya büyük seller, depremler gibi tehditler savurması da onun öğrendiğimiz karakter özellikleri arasında. Ama biliyoruz ki suyundan gidildiğinde onun da gazabını kontrol etmesi daha büyük olasılık.

***

Doğa diyor ki, bizlerin üzerinde yaşamakta olduğumuz dünya adlı gezegenin insanlarıyla, bitkileriyle, havyalarıyla, mikroorganizmalarıyla, dağları-tepeleriyle, dereleri-denizleriyle, ormanları-sulak alanlarıyla bir denge içinde var olabilmesi için gerekli şartlar zaten onun doğasında var. O şartlar değişirse bu saydıklarımızın hepsinin ilişkisini yeniden düzenlemek gerekir. Bunu da ancak ben yapabilirim, bu sizin işiniz değil; sizin işiniz, kendinizin sürekliliğini sağlamak istiyorsanız, var olan sistemin bütünlüklü özelliklerini, koşullarını değiştirmeyin.

***

Son 50 yılımızda fark ettik ki, insanlık doğada var olan düzeni-dengeleri çaktırmadan değiştirmek yönünde hamleler yapaduruyor. Çok yazılıp çizildiği için tüm endikatörlere girmeden soluduğumuz havanın kompozisyonundan bahsetmek yeterli olacak. Bilim insanları bu ayıbımızı ölçüyor, yazıyor-söylüyor. Durum şu: soluduğumuz, yalnızca bizim değil, doğada var olan tüm yaratıkların hayvanların, bitkilerin, insanların ve hatta Trump’ın, Elon Musk’ın soluduğu havanın kalitesi bozuluyor. “Ne zaman bozulmuş hayret” dediğimizde görünen de şu ki, 1850’li yıllar civarını baz alırsak o günlerden beri, ama en çok da 2000’lere yaklaşırken. Peki, “hayırdır, ne olmuş bu yıllarda dünyamıza” diye baktığımızda da görünen şöyle ki, endüstrileşiyor, gelişiyor, büyüyor, kalkınıyor, sürekli “eser ve hizmet” üreterek hayatımıza bir şekil veriyoruz. Artık dünyanın en zengin 7 adamı, çoğu ülkenin varlıkları toplamından daha zengin, mesela. Tüm insanların en varlıklı %10-20’lik kısmı dünyadaki varlıkların yarısında çok fazlasına sahip.

Yani doğanın kurduğu, bize de tavsiye ettiği düzeni öylesine hırpalamışız ki, o heybetli gücüyle doğa bize uzaktan sesleniyor: “heyyy, nereye…” bunu nasıl söylüyor: beklenmedik orman yangınları, tsunamiler, mevsimlerin zamanlarının değişmesi, kuruyan göller ve sulak alanlar, ılıman-tropikal vb iklim şeritlerinin hızla kuzey/güney’e kayması, vb.

***

Bu durumda yapılması ve yapılmaması düşünülen şeyler ve bunların yeterliliği üzerine de bir sonraki yazıda eğilmek üzere burada kesmeli.

Yorumlar (0)

Bu içerik ile henüz yorum yazılmamış