Sosyal bilimlerde değişim, dönüşüm, kriz gibi üst-başlıklar genellikle üzerine odaklanılan ve toplumlarda oluşan olgular olduğu kabul edilir. Bu temaların arasında kriz kavramı genellikle siyasal ya da ekonomik sistemin belli tahakküm ve hegemonya süreçlerinin sonucunda çelişkilerin çözümsüz bir hal almasıyla ortaya çıkması ile toplumlarda oluşan bir olgu olarak değerlendirilir. Oysa ki krizin toplumların önüne geldiğinde bu her zaman hem egemen hem de toplumun öngöremediği bir sıkışmışlık ya da sonuç olmayabilir. Neyin toplumsal etki yaratacak ya da şaşırma duygusuna sebep olacak bir kriz olduğunu sorgulayacağımız vakit bunun egemen olanın sunduğu ya da gizlemekten kaçınmadığı bir kriz olup olmadığını da sorgulamamız gerekir. Can Atalay’a dair AYM’nin iki kararını Yargıtayın uymama örneğindeki krizi sorgularken de bunun yalnızca bir kördüğüm noktası olmadığını düşünmek gerekir. Bu yazıda Can Atalay’a verilen kararları iki farklı ekoldeki hukuk kararlarından incelemeye çalışacağım ve bunu yaparken bu yargı “kriz”inin kriz olma dayanaklarını sorgulayacağım.
Ernst Fraenkel “İkili Devlet” kitabında (2021), Üçüncü Reich Almanya’sında hukuk devletinin ortadan kalkarak yerine ikili devletin geldiğini iddia etmiştir. Davalarda, siyasette egemen olanın siyasal sınırlar olarak tanımladığı sınırların dışında kalan davalar-ki genellikle özel hukuku ilgilendiren davalardır- siyasi iktidarın herhangi bir müdahalesine maruz kalmadan ya da kalırsa dahi onun önüne geçilerek hukuk normlarına göre neticeye varılan davalardır (Fraenkel, 2021). Öte yandan, siyasal sınırların içine giren davalarda ise önlem devleti davalara müdahil olur ve yargıçlar kanun maddelerini önlem devletinin politikalarına göre yorumlayarak davaları neticelendirir (Fraenkel, 2021). Fraenkel aynı zamanda kitabında yeni ortaya çıkan bir iktidarın kendi rejiminin yeni normlarını kurmak için yeni normlar hukuk alanına dahil oluncaya dek önlem devleti hukuksal süreçlere müdahalelerde bulunduğuna dair de yorum yapmıştır. Yani, Fraenkel’e göre diktatörlüklerde hukukun olmadığı değil, hukukun siyasi iktidarın tahakkümünde çalıştığı ikili bir yapısı vardır.
Agamaben ise hukukun askıya alındığını iddia etmiştir. Ona göre istisna hali bios (siyasal alan) ile zoe’nin (canlılık alanı) arasındaki ayrımın ortadan kalktığı bir belirsizlik halidir. Bu belirsizlik hali hukuku askıya alarak siyasi egemenin ideolojisini bütün normların ve değerlerin üzerine koyar. Siyasi egemen siyasetin sınırlarını belirler ve bu sınırlar zoe’yi de içine aldığında “iç” ile “dış” kavramları birbirinden ayrılamadan birbirlerini üretir. Örneğin, Nazi rejiminde “üstün Alman ırkı” yaratmak için zihinsel ya da fiziksel engelli insanların evlenmesi, çocuk yapmasına dahi engel olunması kamusal ile özel alan arasında bir belirsizlik çıkmasına neden olmuştu. Hukukta da hukuk-içi ya da hukuk-dışı olan durumlar istisna halinde birbirlerini dışlamaz ve birleşerek belirsizlik durumu oluştururlar.
Şimdi, bu iki ekol üzerinden Can Atalay yargı krizini yorumlamadan önce hukukta yurttaşların seçme ve seçilme hakkı dayanaklarını ve sınırlarına bakmak gerekir. Anayasa md. 67’de yurttaşların seçme, seçilme ve siyasi faaliyetlerde bulunma hakkı olduğunu ifade eder. Madde-14’te ise bu hak dahil her türlü hak ve hürriyet “devletin bölünmez bütünlüğü”nü bozamayacağı yazılıdır. Bu madde hukukta siyasette egemen olanın müdahalesine kapı aralar. Anayasa’da aynı zamanda seçilen bir milletvekilinin meclis kararı olmadıkça tutuklanamayacağı ve sorguya çekilemeyeceği yazılırken diğer yandan da bu dokunulmazlığın sınırını md. 14’e atıf yaparak çizer (md. 83/2). Madde- 14’teki sınırlar TCK’nın çeşitli maddeleri ile düzenlenmiştir. TCK’da düzenlenen çeşitli maddelerle birlikte daha önce Ömer Faruk Gergerlioğlu, Figen Yüksekdağ gibi pek çok milletvekilinin vekillikleri terör propagandası yapmaktan dolayı düşürüldü. Bu kararlar AYM’ye ulaşıncaya dek bozulmadı. AYM ise terör propagandasından dolayı milletvekillikleri düşürülen bu iki vekile verilen kararlar için seçilme ve siyasi faaliyette bulunma haklarının ihlal edildiğine karar vermişti (Gergerlioğlu, B. No.: 2019/10634 ve Yüksekdağ, B. No.: 2016/39759). Yani, Can Atalay’da oluşan krizden önce de AYM ile ilk derece mahkemeleri ya da temyiz durumları farklı şekilde yorumlayarak karara varıyordu. Can Atalay kararlarında ise AYM Atalay’ın madde-14’teki hak sınırlamaları kapsamında bir suç işleyip işlemediği yönünde bir belirsizlik olduğunu dolayısıyla vekilliğinin düşmesi durumunda seçilme ve siyasi faaliyette bulunma hakkının ihlal edileceğine iki defa karar verdi. Yargıtay 3. Ceza Dairesi ise AYM’nin Atalay’ın serbest bırakılması kararına uymama kararını iki defa alırken ilkinde AYM’de bu kararı veren yargıçlar hakkında suç duyurusunda bulundu, diğerinde ise AYM’nin bu kararının jüristokrasik bir davranış olduğunu ileri sürdü. Yargıtay jüristokrasi ifadesi ile AYM’nin hukuk normunu “devlet güvenliğinin” üzerine koyduğu için onu hukuk elitizmi ile suçluyordu.
Can Atalay kararlarında iki farklı mahkemenin çatışmasını anlamamız için bu krizi olay anından çıkararak yakın geçmişe bakmamız gerekir. 15 Temmuz 2016 tarihindeki darbe girişiminin ardından 20 Temmuz 2016’da Türkiye’de OHAL ilan edilmiş ve 7 kez uzatılarak 18 Temmuz 2017’ye dek sürmüştür. KHK’lar, iktidarın hukukta yeni bir norm oluşturmasına dek siyasi davalarda özellikle önlem devletinin bir müdahale aparatı olarak işlev görmüştür. Yahut, Agamben’den bakacak olursak KHK’lar ile hukuki süreçler askıya alınmış keyfi tutuklama, işten çıkarılma ya da gözaltı sürelerinin uzatılması ile sonraki süreçte ardında hukuki işleyişleri aksatacak pek çok dava bırakmıştır. Nitekim, 16 Nisan 2017’de yapılan bir referandum ile Anayasa’daki 18 madde değiştirilerek yeni bir yönetim sistemi devreye sokulmuştur. Ancak, bu değişiklik anayasada yurttaşlık hak ve değerlerini değiştiren ya da yeniden yorumlanmasını sağlayan bir değişiklik değildi. 2023 genel seçimlerinin ardından iktidar tekrardan Anayasa’da değişiklik tartışmalarına başladı. Bu tartışmaları şu an daha çok değerlerin yeniden yorumlanması üzerinden yapmaya çalışıyor.
Can Atalay’ın yargılandığı Gezi Parkı davası ise iktidarın bir toplumsal olaya müdahil olurken hukuku nasıl kullandığına dair önemli bir örnek sunuyor. 2013 yılında tüm Türkiye’ye yayılan Gezi protestoları Gezi Parkı’na yapılması planlanan rezidans, AVM ve topçu kışlasına karşı ortaya çıkmış bir toplumsal hareketti. Erdoğan, protestolar devam ederken rezidanstan ve AVM’den vazgeçilebileceğini ancak topçu kışlasından vazgeçilmeyeceğini ifade etmişti (Kara et. al., 2014). Böylelikle, Gezi Parkı’na sermayenin girmesine yönelik dahi geri adım atılabileceği ancak iktidarın siyasi ideolojisinin sembolik alanından iktidarın taviz vermeyeceği anlaşılmıştı. Ancak, iktidarın kendi tahakkümünü egemen kılma süreci Gezi protestolarının ardından düşmanlık politikalarıyla yoğunlaşmıştır. 2015 yılında “İç Güvenlik Kanunu” ile polise önleyici gözaltı gibi çok geniş yetkilerin verilmesi, eylemlerde kullanılacak taş, bilye gibi nesnelerin silah kullanımı olarak tanınması ya da dış politikada Ortadoğu’da ortaya çıkan pek çok kargaşa ve savaşta olaylarda devletin açıkça taraf olması veya sınır dışı operasyonlarla müdahil olması bir düşmanlık toplumu yaratmıştır.
Mbembe, düşmanlık toplumun yaratılmasında belli başlıklar sıralamıştır. Bunların başında korku yaratan nesnenin oluşturulması gelir. İktidarlar bir korku kaynağı yaratarak o korku kaynağının ele geçirmeye ve böylelikle toplumda “güven” yaratmaya çalışır (Mbembe, 2020). Bu güvenin yaratılma politikaları açık seçik bir militarizme yol açar. Düşman olandan korunmak için militarizm artık saklanmadan topluma servis edilir. Ancak, açık seçik bir düşmanın varlığına karşı seferber edilen bu militarizmin doğurduğu şiddet toplumda daimi bir güvensizlik hali yaratacaktır. Artık insanlar yurttaş değil, iktidarın dostu ya da düşmanıdır ve eylemleri bunlara göre değerlendirilir. Öte yandan, dostlar kümesinde kalabilme de hiçbir zaman sabit sınırları olan bir halkayı oluşturmaz.
Her zaman belirsizlik alanı mevcuttur ve dostlar kümesindeki gruplar her an iktidarın siyasi çıkarları ve gücü doğrultusunda düşmanlık kümesine dahil edilebilir. Bu güvensizlik hali kendisini hukukta da gösterir. Yapılan bir fiilin hukuken suç sayılmaması aniden suç olarak yorumlanabilir. Nitekim, dönemin cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Gezi protestoları sırasında bu protestoların ilk üç günüyle gurur duyduğunu dile getirmesine rağmen daha sonra Can Atalay ve diğer sanıkların Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmaktan yargılandı.
Bu güvensizlik hali aynı zamanda hukukta büyük bir belirsizlik alanını da beraberinde getirmektedir. Benjam’in mitsel şiddetin çıplak iktidarın şiddeti olarak tanımlarken hukukun şiddeti ile mitsel şiddet arasında da ortak önemli bir özelliğin olduğunu ifade eder: hukukun belirsiz ve öngörülemezliğinin onu tanrısal ve kader belirleyici bir konuma getirmesi (Değer, 2020). Bu öngörülemezlik tüm haklarımızı ve değerlerimizi her an askıya almaya ve bize müdahil olmaya hazırdır. Yaptığımız fiil ne zaman bizim bir yurttaşlık hakkımız kapsamında değerlendirileceği ne zaman bir suç olarak değerlendirileceği ve bu suça karşı yapılacak muameleler egemenin siyasal alandaki değişen tahammül sınırlarına bağlıdır. Hukukun şiddetini mitselleştiren Gezi Parkı davasında toplumsal bir hareketin devleti bozmaya yönelik bir hareket olarak yorumlanması ve ardından hukuk normunun dahi buna itiraz ettiğinde siyasette egemen olanın normun önüne geçmesi olmuştur. Böylelikle seçme, seçilme ve siyasi faaliyetlerde bulunma hakkı da daima belirsizlik alanında güvensizlik yaratan bir alan olarak kendisini var etmiştir.
Can Atalay örneği hukukun uzun süredir karşılaşmadığı bir kriz değil, hukuk normunun siyasette egemen olan ile çatışma yaşadığı bir anda saklanmayan bir kriz durumudur. Atalay kararlarına yakın vakitlerde Gülten Kışanak’ın tutukluluk süresi sona ermesine rağmen tahliye edilmedi. Ancak, bu kriz durumu Kürt hareketine karşı devamlılık içerdiği için artık servis edilecek değil, sıradanlaştırılacak bir kriz olarak toplumda belirdi. Dolayısıyla, krizin hayret ettirici anı ya da toplumsal öfkeye vardığı durumu onunla ilk karşılaştığımız şok etkisi olmaktadır ki Can Atalay’daki kriz durumu tam da böyle bir durumdu. Atalay yalnızca yargı krizinin ve hukuktaki belirsizlik alanının bir örneğidir. Siyasi partilerin kapatılması, belediyelere kayyum atamaları, Terörle Mücadele Kanununda “terör”ün geniş tanımı… hepsi pratikte pek çok belirsiz alan yaratıyor ve yaratmaya da devam edecektir.
Yorumlar (0)