1973 yılının Eylül ayı ortalarıydı. Ankara’da Mülkiyeliler Birliğinin bahçesinde bir masada tek başına kalmış bir adam başını ellerinin arasına almış ağlıyor, bir taraftan da “bu iş kan dökülmeden olmayacak mı?” diye söyleniyordu. Şili’de seçimle işbaşına gelmiş Allende yönetiminin faşist cunta tarafından devrildiği haberine ağlıyordu Özlem Özgür(1). Bir on yıl daha öncesine, 1963 yılına gidelim. Yerel seçimlerde TİP adına ilk radyo konuşmaları yapılıyordu.
Mehmet Ali Aybar, “İşçiler, Köylüler.. Marabalar, Irgatlar... Sözüm sizedir” diye başlıyordu konuşmasına. Türkiye ilk kez devlet radyosundan sosyalizmin sesini duyuyordu. TİP 9 ilde seçimlere girmişti ve 35.000 oy aldı. O yıllarda en etkili kitle iletişim aracı devlet elinde olan ve tek merkezden yayın yapan TRT radyolarıydı. 27 Mayıs sonrası 1961 Anayasasına göre çıkarılmış seçim yasası daha adildi ve seçime giren her partiye radyoda eşit konuşma hakkı tanıyordu. Siyasal çalışmalarını yıllarca gizlilikte sürdürmüş, sesini özgürce duyuramamış “eski tüfekler” için radyoda konuşma bulunmaz bir fırsattı. Ama sonuç, beklenen, umulan kadar olmadı.
O sıralarda İstanbul’da birlikte afişlemeye çıktığımız Adnan Cemgil(2), “1950’de, şöyle bir iki saat konuşsak bütün halk arkamızdan gelecek sanırdık ama öyle olmuyormuş” demişti. TİP 1965 genel seçimlerinde oylarını neredeyse 10 katı artırdı, 300.000’e yakın oy aldı ve meclise 15 milletvekili ile girdi. O günlerde koşulların çok daha “demokratik” olduğunu bir kez daha hatırlatalım. Seçimlerde “ulusal artık” (milli bakiye) sistemi geçerliydi. Baraj filan yoktu ve yurt ölçeğinde aldığınız her oy değerlendiriliyordu. TİP milletvekilleri parlamentoda gerçek muhalefetin nasıl yapılacağını gösterdiler. Gelecek için umutluydu insanlar. Aybar, bir sonraki seçimlerde “başa güreşeceğiz” diyordu. 1970lere doğru sol politik eylemlilik TİP’in dışında farklı parkurlarda yükselişe geçti ve sonunda 12 Mart geldi, iş tersine döndü. En yiğit arkadaşlarımızı, dağlarda, kentlerde, idam sehpalarında yitirdik. Sol kitleler yenilgiyi kabullenmedi ve 1974 sonrası mücadele yeniden yaygınlık, yoğunluk kazandı.
Bu kez “solkırım”(3) daha kırıcı oldu ve 12 Eylül’e varıldı. Ardından dünya sosyalist sistemi çöktü. O gün bugündür ayaktayız ama bir türlü kendimize gelemiyoruz. Ne kadar doğru bir ölçüttür tartışılır ama değişik sol partilerin girdikleri seçimlerde aldıkları toplam oy bugüne kadar bir türlü 1965’teki düzeyi tutturamadı. Buraya kadar yazdıklarım, siyasal iktidara yönelik mücadelelere ilişkin yakın “sol” tarihimizden çok kısa gözlemler. Bunları şunu söylemek için anlattım: İktidar mücadelesinde sizin istemiş olmanız ve heyecanınız yetmiyor; sabırlı, uzun soluklu bir direniş gerekiyor. Toplumu, yaşanmakta olan süreçleri iyi gözlemek, yorumlamak ve yeni çıkış yolları bulmak gerekiyor. Özlem Özgür haklı mıydı? Barışçıl yoldan veya parlamenter seçimler yoluyla diyelim, sosyalizme geçilemez mi? Hadi daha insaflı düşünelim, böyle bir yoldan iktidarı sosyalizme doğru yönlendirecek belirli kazanımlar elde etmek mümkün değil mi? Bu soruların yanıtlarını ararken son 30 Mart yerel seçimlerini geçen yılın Gezi eylemleri ile birlikte değerlendirmek öğretici olacaktır.
Zaten bugün sol tarafta çokça yapılan da bu. Gezi üzerine yapılan tartışmalar geliyor ve bir yerde “yatay örgütlenme” mi, yoksa “dikey örgütlenme” mi gerekli ikileminde düğümlenebiliyor. Böylesine “iki ucu oklu değnek”ler belki kuramsal netleşmeler için kullanılabilir ama sonuç alıcı bir yarar sağlamıyor. Yeni ve gereksiz iç çatışmalar, bölünmeler getiriyor. Bu tür tartışmalar geçmişte de yaşandı. Örneğin mücadelenin kırdan mı yoksa kentten mi başlayacağı, feodalitenin olup olmadığı veya “demokratik devrim” aşamasında mı yoksa “sosyalist devrim” aşamasında mı olduğumuz çok sert tartışılmıştır. İkilemlere indirgenmiş tartışmalar sırasında çoğu kez, “boşuna tartışmayın, gelin ikisini birlikte düşünelim” demek daha doğru bir yaklaşım olmalı. Bir yandan Gezi benzeri kendiliğinden, yaygın, anlık, yerel eylemler gelişirken bir yandan da sol siyasal partiler merkezi yapıları içinde örgütlenmelerini güçlendirsin. Birbirine zararı değil tam tersine yararı var. Bu anlamda yatay ve dikey örgütlenmeler birbirine köstek değil destek olmaz mı? Günümüze biraz daha yakından bakalım.
Yaşadığımız yaygın kentsel ve çevreci muhalefet eylemleri kesinlikle önemli bir potansiyeldir ve bezirgân saltanatına karşı direnişi diri tutmaktadır. Sendikaların gücü azalmış ama değişik ölçeklerde işçi eylemleri sürmektedir. Öğrenci gençlik kesimi ve “beyaz yakalı” gençlik direniş potansiyelini sürdürmektedir. Alışılmış örgütlenmelere tepkiler vardır. Bir grup genç, her ne kadar 23 Nisan havasına sokulmaya çalışıldıysa da CHP’yi işgale niyetlenmiştir.
Kimi eylemlerde işçiler sendika yöneticilerini kovacak kadar tepki gösterebilmektedir. Direniş sürecinde yaşanan deneyimler demokrasiye giden yolu açmaktadır. Siyasal partilere bu süreci sürekli ve ısrarlı bir iktidar mücadelesi haline getirme görevi düşer. Kimse olduğu yerde durmayacaktır. Direnişin militanları gün gelecek o siyasal partilerin kadroları olacaktır. Siyasal partiler hem politikalarını güncellemek hem de kadrolarını oluşturmak için sokakta olup bitenin içinde yer almak durumundadır. Özetle, hem yatay hem dikey örgütlenme, ikisi birlikte, birbirini besleyerek yürüyecektir. “Peki, devrim ne zaman olacak” diye mi soruyorsunuz? Size, “militan iyimserliği”nizi hiç yitirmeyin derim.
(1) Özlem Özgür, 2009 yılında yitirdiğimiz sevgili Nadir Akgül’ün yazılarında kullandığı addır. Devlet memuruydu, kendi adıyla yazamıyordu.
(2) Adnan Cemgil 1951 yargılamalarından geçmiş yürekli ve birikimli bir insandı. Nurhak’ta yitirdiğimiz Sinan’ın babasıdır.
(3) Bu “solkırım” deyimini sevgili Varlık Özmenek kullanır. Hoşgörüsüne sığınarak ödünç aldım.
Yorumlar (0)